Home | Contact
     ISSN 2149-2042
     e-ISSN 2149-4606
 
 
 
Volume : 39 Issue : 1 Year : 2024



Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print




Index























Membership




Applications


 
Medeniyet Med J: 34 (3)
Volume: 34  Issue: 3 - 2019
Hide Abstracts | << Back
ORIGINAL ARTICLE
1.Comparison of Antithrombin III and Pentoxifylline Treatments in Gram Negative Sepsis Patients Developing DIC
Mesure Gül Nihan Özden, Guniz Koksal, Hüseyin Öz
doi: 10.5222/MMJ.2019.05935  Pages 233 - 238
GİRİŞ: Çalışmamızda Disemine İntravasküler Koagülasyon (DİK) gelişen Gram negatif sepsis hastalarında Antitrombin III (AT III) ve Pentoksifilin tedavilerinin etkinliğini karşılaştırmayı amaçladık.
METOD: DiK gelişen gram negative sepsis hastalarında AT III aktivitesinin % 80’in altına düştüğü günü takipeden 6 gün hastaların bir kısmına 90-20 IU/kg/gün 6 saat olacak şekilde AT III, diğer kısmına 1.5mg/kg/saat 6 saat olucak şekilde pentoksifilin tedavisi uygulandı. Fibrinojen, FDP, D-Dimer, tam kansayımı, ATIII aktivitesive DİK skorlarına bakıldı.
BULGULAR: Koagülasyon testleri, AT III aktivitesi ve FDP her iki tedavi ile tedavinin 2. gününden itibaren iyileşmeye başladı (p<0.05). D-Dimer Pentoksifilin tedavisiyle tedavinin 2. Gününden (p<0.001), AT III tedavisiyle 4. gününden itibaren (p<0.05) düşmeye başladı. Fibrinojen düzeyleri Pentoksifilin tedavisinin 2. Günü (p<0.05), AT III tedavisinin son gününde (p<0.001) düştü. DiK skorları Pentoksifilin tedavisiyle tedavinin 3. Gününde (p<0.05) AT III tedavisiyle tedavinin son gününde (p<0.001) düştü.
SONUÇ: olarak DİK gelişen gram negatif sepsis hastalarında AT III ve Pentoksifilin tedavilerinin her ikisininde koagülasyon testleri, Fibrinojen, FDP, D-Dimer, AT III aktivitesive ve DİK skorları üzerine olumlu etkisi vardır.
Anahtar Kelimeler: Gram negatif sepsis, Dissemine İntravasküler Koagulasyon, Antitrombin, Pentoksifilin.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the effects of Antithrombin III (AT III) and Pentoxifylline treatments on the gram negative septic patients with DIC.
MATERIAL AND METHODS: When plasma AT III activity was lower than 80%, AT group of patients were treated with AT III 90-120 IU/kg/day in 6 hours for 6 days and PTX group of patients were treated with 1.5 mg/kg/h of Pentoxifylline in 6 hours in 6 days. Fibrinogen, FDP, D-dimer, complete blood count, AT III activity, coagulation tests of patients were recorded daily. DIC scores were calculated and recorded daily also.
RESULTS: The coagulation tests, AT III activity and FDP started coming normal value on the second day of treatment with both treatments (p<0.05). D-Dimer decreased on the second day of treatment with pentoxifylline (p<0.001) and fourth day of AT III treatment (p<0.05). Fibrinogen became decreasing on the second day of pentoxifylline treatment (p<0.05) and on the last day of AT III treatment (p<0.001). DIC scores started to decrease on the last day of treatment with AT III treatment (p<0.001) and on the third day of treatment with pentoxifylline (p<0.05).
CONCLUSIONS: Both ATIII and pentoxifylline treatments had similar positive effects on the patients with DIC developing gram negative sepsis and AT levels started to rise early and reached normal values with both treatments.
KEYWORDS: Gram negative sepsis, Disseminated Intravascular Coagulation, Antithrombin, Pentoxifylline.

2.A Morphometric Study of the Sphenopalatine Foramen and its Clinical Implication in Transnasal Sphenopalatine Ganglion Block
Ender Sir, Sami Eksert
doi: 10.5222/MMJ.2019.20586  Pages 239 - 243
Amaç: Transnazal sfenopalatin ganglion bloğu, baş ağrısı hastalıklarının tedavisi için yaygın olarak kullanılan bir tedavi yöntemidir. Ancak bu non-invaziv teknik için henüz standart bir teknik tanımlanmamıştır. Bu çalışmada amacımız, sfenopalatin foramenlerin morfometrik ve anatomik özelliklerini araştırmak ve transnazal sfenopalatin ganglion bloğu için daha etkili bir yaklaşım ortaya koymaktır.
Yöntem: Bu çalışma retrospektif olarak dizayn edilmiştir. Çalışmaya 10 adet yarım kadavra kafası ve 18 erişkin kuru kafatası olmak üzere toplam 28 örnek dahil edildi. Sfenopalatin foramen ve palatum durum arasındaki mesafe, sfenopalatin foramen ve spina nasalis anterior arasındaki mesafe, palatin durumundan sfenopalatin foramenlerin yükselme açısı ve sfenopalatin foramenlerin uzunluğu ve genişliği ölçüldü.
Bulgular: Foramenlerin ortalama genişliği ve uzunluğu sırasıyla 3.79 ± 0.35 ve 6.44 ± 0.94 mm idi. Palatum durum ve sfenopalatin foramenler arasındaki ortalama mesafe 15.58 ± 1.68, sfenopalatin foramenlerin palatum durumdan yükselme açısı ortalama 26.10° ± 3.97, sfenopalatin foramenlerin anterior nazal spinadan ortalama uzaklığı 52.90 ± 2.98 mm idi.
Sonuç: Transnazal sfenopalatin blok uygulamasında kullanılan nazal aplikatörün süpero-lateral yönde ortalama 5.3 cm, burun tabanından ortalanma 26 ° açı yapacak şekilde ilerletilerek uygulanmasını tavsiye ediyoruz.
Objectives: Transnasal sphenopalatine ganglion block is a commonly used approach for treatment of a variety of headache disorders but no standard technique has yet been defined for this less invasive approach. In this study, our aim was to investigate morphometric and anatomical features of the sphenopalatine foramen to describe a more efficient approach for transnasal sphenopalatine ganglion block.
Methods: The present study was designed retrospectively. Ten cadaveric semi heads and 18 adult dry skulls (28 samples totally) were included in the study. A variety of measurements including the distance between the sphenopalatine foramen and palatum durum, distance between the sphenopalatine foramen and the spina nasalis anterior, angle of elevation of the sphenopalatine foramen from palatum durum, and the length and width of the sphenopalatine foramen were performed.
Results: The mean width and length of the foramen were 3.79 ± 0.35 and 6.44 ± 0.94 mm, respectively. The mean distance between the palatum durum and the sphenopalatine foramen were 15.58 ± 1.68 mm. The mean angle of elevation of the sphenopalatine foramen from the palatum durum was 26.10 ± 3.97 degrees. The mean distance of the sphenopalatine foramen from the anterior nasal spine was 52.90 ± 2.98 mm.
Conclusions: We suggest using a rigid cotton swab as nasal applicator and describe an application technique as advancing the applicator supero-laterally and 5.3 cm posterior to the spina nasalis anterior with an elevation angle of 26° from the palatum durum.

3.Comparative performance analysis of Urised 3 and DIRUI FUS-200 automated urine sediment analyzers and manual microscopic method
Emre Yalçınkaya, Hayriye Erman, Eray Kıraç, Afife Şerifoğlu, Alperen Aksoy, Ferruh Kemal İşman, Mustafa Baki Çekmen
doi: 10.5222/MMJ.2019.23169  Pages 244 - 251
Amaç: Böbrek ve idrar yolu hastalıklarının değerlendirilmesinde idrar sedimentinin mikroskobik analizi gereklidir. Bu çalışmada, DIRUI FUS-200'ün ve yeni bir görüntü tabanlı otomatik idrar sediment analizörü olan Urised 3'ün analitik ve diagnostik performanslarını değerlendirdik ve karşılaştırdık.

Yöntem: Laboratuvarımıza gönderilen 440 idrar örneği her iki otomatik idrar sediment analiz cihazı ve standart manuel mikroskopi ile değerlendirildi. Kesinlik, linearite ve yöntem karşılaştırma çalışmaları CLSI kurallarına göre yapıldı.

Bulgular: FUS-200 ile manuel mikroskopi arasındaki eritrosit (RBC) ve lökosit (WBC) sayımları arasındaki korelasyon katsayıları sırasıyla 0.993 ile 0.861; Urised 3 ve manuel mikroskopi arasında 0,962 ve 0,818; FUS200 ve Urised 3 arasında 0.961 ve 0.961 idi. Klinik uyumsuzluk tüm yöntemler arasında %7 ile %14.16 arasında değişmiştir.

Sonuçlar: WBC için analizörler ve manuel mikroskopi arasındaki uyum, RBC'den daha iyiydi. Analizörler arasındaki uyum WBC’de ve RBC’de daha iyiydi. Her ne kadar UriSed 3, FUS-200 ve manuel mikroskopi sonuçları belli bir uyum içinde olsa da, otomatize yöntemlerin sonuçlarının manuel mikroskopi ile onaylanması, özellikle de kesme değerlerine yakın patolojik örnekler için faydalıdır.
Objective: Microscopic urine sediment examination is necessary for evaluation of renal and urinary tract diseases. In this study, we evaluated and compared analytic and diagnostic performances of the DIRUI FUS-200 and a new image-based automated urine sediment analyzer Urised 3.

Method: 440 urine samples submitted to our laboratory were evaluated by two automated urine sediment analyzers and standardized manual microscopy. Precision, linearity and method comparison studies were performed according to CLSI guidelines.

Results: The correlation coefficients for erythrocyte (RBC) and leukocyte (WBC) counts between the FUS-200 and manual microscopy were 0.993 and 0.861; the Urised 3 and manual microscopy were 0.962 and 0.818; the FUS200 and Urised 3 were 0.961 and 0.961, respectively. Clinical non-concordance ranged from % 7 to % 14.16 between all methods.

Conclusions: The concordance among the analyzers and manual microscopy for WBC was better than for RBC. The concordance between the analyzers was better for WBC and RBC. Although the UriSed 3, FUS-200 and manual microscopy counts were in agreement, confirmation of the automated methods’ results by manual microscopy is helpful, particularly for pathological samples near the cutoff values.

4.Effects of three different frequencies of aerobic physical activity on heart and kidney tissues in type 2 diabetes-induced rats
Nuray Alaca, Serap Uslu, Gülçin Başdemir, Güldal Gülenç Suyen, Dilek Özbeyli, Hizir Kurtel
doi: 10.5222/MMJ.2019.28009  Pages 252 - 262
Amaç: Tip 2 Diabetes Mellitus (T2DM) tedavisinde ve önlenmesinde egzersizin birçok faydalı etkisi vardır. Bu çalışmanın amacı, deneysel T2DM modelinde haftalık toplam süre aynı olmak şartıyla farklı sıklıklarla yapılan fiziksel aktivitenin kalp ile böbrek dokuları ve vasküler endotelyal büyüme faktör ekspresyonu üzerindeki etkisini değerlendirmektir
Yöntem: Sıçanlar (n: 30) sedenter kontrol (SK), sedenter T2DM (SD), T2DM ve devamlı egzersiz (DEd, 30 dak/gün, 5 gün/hafta), T2DM ve kısa aralıklı egzersiz (DEka, 3x10 dak/gün, 5 gün/hafta), T2DM ve hafta sonu savaşçıları egzersiz (DEhs, 35+40 dak/gün, 2 gün/hafta) olarak gruplara ayrıldı. Sıçanlara intraperitoneal olarak streptozosin (65 mg/kg) ve nikotinamid (110 mg/kg) uygulanarak T2DM indüklendi. 6 haftalık (toplam süre 150 dak/hafta) yüzme egzersizinden sonra oral glukoz tolerans testi, insülin duyarlılığı ve sitokinlerin ölçümü için biyokimyasal analizler yapıldı. Kalp ve böbrek dokularında histopatolojik ve immünohistokimyasal analizler [VEGF, kapiller yoğunluk, dönüştürücü büyüme faktörü beta (TGF-β)] yapıldı.
Bulgular: Sedenter diyabet sıçanlarına kıyasla, tüm egzersiz gruplarında kan şekeri seviyesi, insülin duyarlılığı, kalp dokusunda kılcal yoğunluğu, dokulardaki VEGF ifadeleri, böbrek dokusunda TGF-β ifadeleri ve tüm histopatolojik analizlerde önemli iyileşmeler gözlendi (p<0.05).
Sonuç: Bu çalışmada, toplam aerobik egzersiz süresinin aynı kalması şartıyla (150dk/hafta) farklı sıklıklarda yapılan aerobik fiziksel aktivitenin, T2DM'nin kalp ve böbrek dokusu üzerinde zararlı etkilerini önemli ölçüde iyileştirebileceğini göstermektedir
ANAHTAR KELİMELER: Fiziksel aktivite, kısa aralıklı egzersiz, tip 2 diabetes mellitus, vasküler endotel büyüme faktörü, haftasonu savaşçısı.
Aim: There are many beneficial effects of exercise in the treatment and prevention of Type 2 Diabetes Mellitus (T2DM). The aim of this study was to evaluate the effect of physical activity with different frequencies but same total durations on the heart and kidney tissues and vascular endothelial growth factor (VEGF) expressions in experimental T2DM model. Methods: Rats (n: 30) were divided as sedentary control (SC), sedentary T2DM (SD), T2DM and continuous exercise (DEc, 30 min/day, 5 days/week), T2DM and short bouts exercise (DEsb, 3 x 10 min/day, 5 days/week), T2DM and weekend warrior exercise (DEww, 35 + 40 min/day, 2 days/week) groups. Rats were administered streptozotocin (65 mg/kg) and nicotinamide (110 mg/kg) intraperitoneally. After 6-week swimming exercise (total duration 150 min/week), biochemical tests were performed to measure oral glucose tolerance test, insulin sensitivity and cytokines. Histopathological and immunohistochemical analyses [VEGF, capillary density, Transforming growth factor beta (TGF-β)] were performed in heart and kidney tissues.
Results: Compared with sedentary T2DM rats, significant improvements were observed in all exercise groups in terms of blood glucose level, insulin sensitivity, capillary density in heart tissue, VEGF expressions in tissues, TGF-β expressions in kidney tissue and all histopathological analysis (p<0.05).
Conclusion: This study shows that physical activity at various frequencies may significantly ameliorate harmful effects of T2DM on heart and kidney tissue without significant differences between exercise frequencies, provided that the total duration of aerobic exercise remains the same (150 min/week).
KEY WORDS: Physical activity, short bouts of exercise, type 2 diabetes mellitus, vascular endothelial growth factor, weekend warrior.

5.An evaluation of response to therapy in patients undergoing radiotherapy or surgery in the treatment of prostate cancer
Abdulsemet Zortul, Hilal Kiziltunc Ozmen, Saban Oguz Demirdögen
doi: 10.5222/MMJ.2019.28159  Pages 263 - 270
Amaç: Bu çalışmada prostat kanseri tanısı ile definitif radyoterapi (RT) veya radikal prostatektomi (RP) uygulanmış hastaların biyokimyasal nüks (BN), biyokimyasal nükssüz sağkalım (BNS) ve genel sağkalım (GS) oranları ile tedavi yöntemlerini karşılaştırmayı amaçladık.
Yöntem: RP (n=82) veya RT (n=46) uygulanmış, herhangi bir kurtarma tedavisi uygulanmayan, en az 2 yıl 3 ayda bir serum PSA seviyeleri ile takip edilen 128 hasta dosyası retrospektif olarak tarandı. Hastaların hepsi D’Amico risk sınıflamasına göre düşük, orta ve yüksek risk grubu olarak sınıflandırılmıştı. Cerrahi kolunda radikal prostatektomi yapılmışken, RT koluna 3D konformal RT tekniğinde70-74 Gy RT uygulanmıştı.
Bulgular: 10 yıllık takipte; düşük risk grubu hastalarda BN tespit edilmedi. Orta risk grubu hastalarda BN açısından tedavi kolları arasında fark tespit edilmezken, yüksek risk grubu hastalarda RT kolunun istatistiki olarak anlamlı derecede iyi olduğu saptandı (p<0.05). Düşük, orta ve yüksek risk grubunda GS oranı sırasıyla RP’de % 97.1, % 93.8, % 92.3 iken; RT’de % 81.8, % 92.9, % 90.5 idi (p>0,05). BNS oranları ise orta ve yüksek risk grubunda sırasıyla RP’ de % 92.3, % 95.2 veRT’de % 79.6, % 81.6 idi (p>0,05).
Sonuç: Prostat kanseri tedavisinde her iki kolda BNS ve GS oranları arasında anlamlı fark olmayıp, BN oranı açısından yüksek risk grubu hastalarda RT’nindaha iyi olduğu tespit edildi. Sonuç olarak; normal dokuları maksimum seviyede koruyarak uygulayabilen yüksek doz RT teknikleri ile yapılan ve RT etkinliğini destekleyen daha uzun süreli çalışmalara ihtiyaç vardır.
Anahtar Kelimeler: prostatektomi,radyoterapi, prostat kanseri
Aim: This study compared biochemical recurrence (BR), biochemical recurrence-free survival (BRFS) and overall survival (OS) rates and therapeutic methods in patients undergoing definitive radiotherapy (RT) or radical prostatectomy (RP) due to prostate cancer.
Methods: Files for 128 patients undergoing RP (n=82) or RT (n=46), receiving no salvage therapy, and with serum PSA levels monitored three-monthly for at least two years were examined retrospectively. Patients were assigned into low, intermediate and high risk groups based on D’Amico risk classifications. RP was performed in the surgical arm and 70-74 Gy RT using 3D conformal RT in the RT arm.
Results: No BR was determined among low risk group patients over 10-year follow-up. No difference was determined between the treatment arms in BR in the intermediate risk patients, while the RT arm was statistically significantly better among the high risk patients (p=0.04). OS rates in the low, intermediate, and high risk groups were 97.1%, 93.8%, and 92.3%, respectively, in the RP, and 81.8%, 92.9%, and 90.5%, respectively, in RT (p>0.05). BRFS rates in the intermediate and high risk groups were 92.3%, and 95.2% in RP, and 79.6%, and 81.6% in RT (p>0.05).
Conclusion: There was no significant difference between BRFS and OS rates in the two arms in prostate cancer treatment, although RT was better in the high risk group patients in terms of BR. Longer-term studies involving high-dose RT techniques applied with maximum protection of normal tissue and supporting the effectiveness of RT are needed.
Key words: prostatectomy, radiotherapy, prostate cancer

6.The impact of prognostic nutritional index on coronary flow reserve in patients with inflammatory bowel disease
Zuhal Caliskan, Mustafa Adem Tatlisu, Resul Kahraman, Savas Gokturk, Suleyman Sayar, Osman Kostek, Seref Kul, Ömer Faruk Baycan, Fatma Gül Özcan, Mustafa Caliskan
doi: 10.5222/MMJ.2019.47108  Pages 271 - 277
Arka plan: Nutrisyonel yetersizliklerin eşlik edebildiği bağırsak mukoza katmanının tekrarlayıcı inflamasyonu, inflamatuvar bağırsak hastalığı (İBH) olarak bilinmektedir. İnflamasyon ve koroner arter hastalığının ilişkisi ortaya konulmuştur. Mikrovasküler ve epikardiyal akımı kombine bir şekilde değerlendirebilen koroner akım rezervi (KAR), transtorasik ekokardiyografi ile değerlendirilebilir. Bu çalışmanın amacı, İBH hastalarında prognostik nutrisyonel indeks (PNI) ile KAR arasındaki ilişkiyi değerlendirmekti.
Yöntem: Bu çalışma, prospektif olarak dahil edilen 101 İBH hastasını içermektedir. Bu hastalar kontrol grubu (n=32) ile karşılaştırılmıştır. PNI, serum albümin düzeyi, lenfosit sayısı kullanılarak hesaplanmıştır. KAR, doppler ekokardiyografi ile değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çok değişkenli regresyon analizi İBH varlığı, yaş (>40) ve azalmış PNI’nın (<53.8) KAR’daki bozulmayı bağımsız bir şekilde predikte ettiğini ortaya çıkarmıştır. Eğri altında kalan alan (AUC) %75’di (95% CI: 0.664-0.838) ve PNI seviyesi düşük KAR için anlamlı bir prediktördü (p<0.001).
Sonuçlar: Bu çalışma göstermiştir ki serum albümin seviyesi, lenfosit sayısı ile hesaplanan PNI, remisyondaki İBH hastalarında azalmış KAR için güçlü bir prediktördür. Çalışmamız PNI ile koroner arter hastalığı ilişkisini gösteren önceki çalışmaları desteklemektedir. Bu immunonutrisyonel indeks sadece iki komponente sahiptir, kolayca hesaplanabilir ve ucuzdur.
Background: The recurring inflammation of mucosal layer of intestines is known as inflammatory bowel disease (IBD), which could be accompanied by nutritional deficiencies. The association of inflammation and coronary artery disease has been established. Coronary flow reserve (CFR), which is an established method to evaluate combined microvascular and epicardial flow of coronary arteries, can be assessed by using transthoracic echocardiography. The aim of this study was to evaluate the association of Prognostic Nutritional Index (PNI) with CFR in IBD patients.
Methods: This study included 101 patients with IBD who were prospectively enrolled. These patients were compared to control group (n=32). PNI was calculated by using serum albumin level and lymphocyte count. CFR was assessed by using Doppler echocardiography.
Results: Multivariate regression analysis indicated that the presence of IBD, age (>40 years) and decreased PNI (<53.8) independently predict impairment of the CFR. The area under the curve (AUC) was 75.1 % (95% CI: 0.664-0.838), and PNI levels were significant predictor of low CFR (p<0.001).
Conclusions: This study showed that PNI, which is calculated using the serum level of albumin and lymphocyte count, is a strong predictor of decreased CFR in IBD patients in remission. Our findings support previous studies showing the relationship between PNI and coronary artery disease. This immunonutritional index has only two components and is easy to calculate, and inexpensive.

7.Analysis of anesthesia administration in the endoscopy unit in terms of patient profile and complications: Retrospective Study
Harun Uysal, Hayrettin Daskaya
doi: : 10.5222/MMJ.2019.52280  Pages 278 - 283
Amaç
Bu çalışmada endoskopik girişim yapılan hastaların; ek hastalık varlığı, preoperatif anestezi yönetimi öngörüsü, intraoperatif-postoperatif komplikasyon ve yoğun bakım gereklilikleri açısından analizi amaçlanmıştır.
Yöntem
Endoskopi ünitesinde anestezi altında işlem uygulanan hastaların kayıtları geriye yönelik tarandı. Hastaların preoperatif anestezi açısından değerlendirmeleri, intraoperatif anestezi veriler, postoperatif derlenme verileri ve yoğun bakım takibi gerekliliği kayd edildi. Elde edilen veriler istatistiksel analize tabi tutuldu.
Bulgular
Hastaların preoperatif risk öngörüsünün intraoperatif ve postoperatif takipte istatistiki anlama sahip olduğu olduğu tespit edildi. Ek hastalık ve yüksek yaş mevcudiyetinin işlem sonrası yoğun bakım gerekliliğini artırdığı tespit edildi. Desatürasyon ve hipotansiyon gözlenen hastalarda nitelikli yatış gerekliliğinin arttığı tespit edildi.
Sonuç
Güvenli anestezi uygulamanın ön koşulu; hasta hakkında detaylı bilgi sahibi olmaktan ve olası komplikasyonlara hazırlıklı olmaktan geçmektedir. Bu açıdan bakıldığında endoskopi ünitelerinde işlem uygulanan hasta profilinin analizi önem arz etmektedir. Çalışmamızda bu ünitelerde işlem uygulanan hasta grubunun yaşlı ve ek hastalık mevcudiyetini tespit ettik. Bu tür işlem uygulanacak hastalarda öncesinde ayrıntılı bir değerlendirme ve gerektiğinde işlem sonrası yoğun bakım takibi gerekliliği muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır.
Objective
This study aimed to analyze patients undergoing endoscopic interventions in terms of comorbid diseases, preoperative anesthesia management predictions, intraoperative-postoperative complications and requirements for intensive care.
Methods
Records of patients who underwent procedures with anesthesia in the endoscopy unit were retrospectively screened. The patients’ preoperative anesthesia evaluation, intraoperative anesthesia data, postoperative recovery data and intensive care monitoring requirements were recorded. The data obtained were analyzed statistically.
Results
It was identified that the preoperative risk prediction of patients was statistically significant for intraoperative and postoperative monitoring. Comorbid disease and high age were identified to increase the requirements for intensive care after the procedure. Patients with desaturation and hypotension observed were identified to have increased need for qualified admission.
Conclusion
A precondition for reliable anesthesia administration is having detailed information about the patient and being prepared for possible complications. When examined from this aspect, analysis of the patient profile undergoing procedures in the endoscopy unit is important. In our study, we identified the presence of elderly patients and comorbid disease in the patient group with procedures in this unit. The need for detailed preliminary evaluation of patients undergoing these types of procedure and requirements for intensive care after the procedure, if necessary, should definitely be considered.

8.Evaluation of clinicopathologic features of patients diagnosed with atypical glandular cells on cervical cytology
Yusuf Çakmak, Duygu Kavak cömert, Tufan Oge, Özgür Aydın Tosun, Işık Sözen
doi: 10.5222/MMJ.2019.55476  Pages 284 - 289
Amaç: Çalışmamızda servikovajinal smear sonrası Atipik glandüler hücre tanısı konan hastaların klinikopatolojik özelliklerini değerlendirmeyi amaçladık.
Hastalar ve Yöntemler: Kadın hastalıkları polikliniğinde 2010-2018 yılları arasında muayene edilen ve servikovajinal smear yapılan 9375 hastanın kayıtları retrospektif olarak incelendi. Yetmiş üç (% 0,8) hastaya Atipic glanduler hücreler tanısı kondu. Atipic glandüler hücreler tanısı konulan hastalarda kolposkopik muayene, servikal biyopsi, endoservikal ve endometriyal küretaj yapıldı. Hastaların yaş, gravida, parite, sistemik hastalıklar ve klinikopatolojik özellikleri incelendi ve kaydedildi
Bulgular: Atipic glandüler hücreli 73 hastanın 26'sında (% 35.6) servikal ve endometrial anormal histolojik bulgular saptandı. Bu 26 hastanın 14'ünde (% 19.1) servikal intraepitelyal lezyon, 3'ünde (% 4.1) endometrial hiperplazi, 9'unda (% 12.3) invaziv kanser mevcuttu. İnvaziv kanser tanısı alan 9 hastanın beşinde (% 6.8) adenokarsinom (endoservikal ve endometrial), 3'ünde (% 4.1) servikal skuamöz karsinom gözlendi. Bir hastada endoservikal lenfoma izlendi. Çalışmamızda tespit edilen kanserlerin büyük çoğunluğu 50 yaş ve üstü yaş grubundaydı.
Sonuç: Agc tanısı konan hastaların %12.3 de invaziv kanser görülmektedir ve bu hastaların çoğunun yaşı 50 yaş ve üzeridir. Bu nedenle servikovaginal smear nedeniyle Atipic glandüler hücre tanısı konan hastalar tüm klinik özelliklerle dikkatlice değerlendirilmelidir.
Abstract Aim: We aimed to evaluate the clinicopathologic features of patients diagnosed with Atyipcal glandular cell on cervical cytology.
Patients and Methods: The records of 9375 patients who were examined in the gynecology outpatient clinic between 2010 and 2018 and underwent cervicovaginal smear were retrospectively reviewed. Seventy three (0.8%) patients were diagnosed as AGC. Colposcopic examination, cervical biopsy, endocervical and endometrial curettage were performed in patients diagnosed with AGC. Age, gravida, parity, systemic diseases and clinicopathological features of the patients were examined and recorded
Results: Cervical and endometrial abnormal histological findings were detected in 26 (35.6%) of 73 patients with Atypical glandular cell. Of these 26 patients, 14 (19.1%) had cervical intraepithelial lesions, 3 (4.1%) had endometrial hyperplasia and 9 (12.3%) had invasive cancer. Five (6.8%) of the 9 patients with the diagnosis of invasive cancer were adenocarcinoma (endocervical and endometrial), 3 (4.1%) cervical squamous carcinoma was observed. Endocervical lymphoma was observed in one patient. The majority of cancers detected in our study were in the age group of 50 years and older.
Conclusion: Twelve point three percent (12.3%) of patients diagnosed with Agc have invasive cancer and most of these patients are 50 years or older. Therefore patients diagnosed with Atypical glandular cell in cervicovaginal smear should be carefully evaluated with all clinical features

9.Evaluation of Safety and Outcomes of Endoscopic Retrograde Cholangiopancreatography in 1337 Patients at a Single Center
Ebru Tarıkçı Kılıç, Resul Kahraman, Kamil Özdil
doi: 10.5222/MMJ.2019.58265  Pages 290 - 296
Amaç
Pankreatikobiliyer hastalıkların tedavisinde endoskopik retrograde kolanjio pankreatografi (ERCP) altın standarttır. Çalışmamızın amacı son dört yılda ERCP konusundaki deneyimimizi gözden geçirip, ERCP işleminin güvenilirliğini değerlendirmektir.
Materyal ve Metot
Çalışmamız, 2014-2018 yıllarında ERCP işlemine alınan 18-104 yaş arasındaki tüm hastaların kayıtlarının retrospektif olarak incelenmesiyle gerçekleştirilmiştir. Gerekli veriye hastanemiz arşiv sisteminden ulaşılmıştır.
Bulgular
Toplam 1337 hasta çalışmaya dahil edildi. 775’i kadın, 562’si erkek, ortalama yaş 60.58 ± 17.96 idi. Hastaların 39’u 18-30 yaş, 694’ü 30-65 yaş, 274’ü 65–75 yaş, 258’i 75–85 yaş, 72’si ise 85 yaş üstü idi. Hastaların 28.27%’si Amerikan Anestezistler Derneğine göre (ASA) III-IV’dü. İşleme alınan hastaların 1303’de standart sfinkteretomi başarılı iken (97.45%), 34 hastada başarılı olunmadı (2.55%). Erken kesi papillotomi 34 hastanın 27’sinde (79.41%) gerçekleştirildi. Hastaların 1207’sinde (90.27%) hiçbir komplikasyon görülmezken, 96’sında (7.18%) anestezi ve işlem ile ilişkili minor ve major komplikasyon görülmüştür. Otuz günlük mortalite oranı 1.64% olarak bulunmuştur (n=22).
Sonuçlar
Tümüyle terapötik amaçlarla uygulanan ERCP’nin yüksek klinik başarısıyla güvenilir ve hayat kurtarıcı olduğu kanaatindeyiz.
Aim
Endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP) is the gold standard treatment for pancreaticobiliary diseases. The aim of this study was to evaluate the safety and review the outcomes of ERCP over the past 4 years.
Materials and Methods
The clinical records of patients aged 18–104 years who underwent ERCP at our gastroenterology clinic between 2014 and 2018 were included in the study. Data were acquired from the hospital archive system.
Results
A total of 1337 patients underwent ERCP, of which 775 were female and 562 were male, and their mean age was 60.58 ± 17.96 years. Thirty-nine patients were aged 18–30 years, 694 were aged 30–65 years, 274 were aged 65–75 years, 258 were aged 75–85 years, and 72 were aged >85 years. Among them, 28.27% were rated III–IV on the American Society of Anesthesiologists scale. Although biliary cannulation with standard sphincterotomy was successful in 1303 patients (97.45%), it could not be performed in 34 patients (2.55%). Precut papillotomy was performed in 27 (79.41%) of 34 patients. Furthermore, no complication was observed in 1207 patients (90.27%), whereas 96 patients (7.18%) had minor and major procedure-related and anesthesia-related complications. The 30-day mortality rate was 1.64% (n=22).
Conclusion
We concluded that ERCP, which is currently performed entirely for therapeutic purposes, is safe and lifesaving, with high clinical success rates.

10.Antioxidant activity and cytotoxic effects of Prunus spinosa L. fruit extract on various cancer cell lines
Nihal Karakas, Mehmet Evren Okur, Irem OZTURK, Sule Ayla, Ayşe Esra Karadağ, Derya Çiçek Polat
doi: 10.5222/MMJ.2019.87864  Pages 297 - 304
Amaç Çakal eriği (Prunus spinosa), gülgiller (Rosaceae) familyasından bir ağaçcık türüdür ve Türkiye’de meyvesi besin olarak tüketilmektedir. Bu çalışma P. spinosa metanol ekstresinin antioksidan aktivitesini ve kanser hücre hatları üzerindeki sitotoksik etkilerini değerlendirmeyi amaçlamıştır.
Yöntem P. spinosa meyvesi metanol ekstresi, glioblastoma multiform (GBM) beyin kanseri (LN-229, U-87 ve T98G) ve pankreas kanseri (PANC-1 ve AsPC-1) hücre hatları kullanılarak in vitro sitotoksik aktivitesi araştırılmıştır. Hücre canlılığı deneyleri, biyolüminesans sistemi kullanılarak canlı hücrelerin yüzdesinin ve antioksidan aktivitelerinin, spektrofotometrik olarak ABTS ve DPPH radikalleri ile ölçülmesi yoluyla gerçekleştirilmiştir. İstatiksel anlamlılık, unpaired student t-test ile belirlenmiştir (p*<0.001 and p**<0.0005)
Bulgular P. spinosa meyve metanol ekstresi, ABTS• ve DPPH• testlerinde toplam fenolik içeriğe karşılık gelen 2548 ± 17,74 mg GAE / 100 g ve orta düzeyde antioksidan aktivite (0,1896 ± 0,1143 ve 0,0729 ± 0,0348) göstermiştir.
Sonuç Elde ettiğimiz bilgiler ışığında, beyin ve pankreas kanseri hücre hatlarındaki sonuçlarının değerlendirilmesinden sonra, GBM beyin kanseri hücrelerinde % 50-63 arasındaki hücre canlılığı ile önemli derecede sitotoksik aktivitesi belirlenmiş ancak PANC-1 ve AsPC-1 pankreas kanseri hücre hatlarında sitotoksisite gözlenmemiştir,. Sonuç olarak, P. spinosa meyvesi metanol ekstresinin önemli antioksidan kapasiteye sahip olduğu ve glioblastoma beyin kanseri hücrelerinin canılılığında istatistiksel olarak anlamlı bir azalmaya yol açtığı gösterilmiştir.
Aim Prunus spinosa L. (Rosaceae) fruits are consumed as food in Turkey. This study was aimed to evaluate P. spinosa methanol extract antioxidant activity and cytotoxic effects on cancer cell lines.
Methods P. spinosa fruit methanol extract was evaluated for its in vitro cytotoxic activity by using glioblastoma multiform (GBM) brain cancer (LN229, U87 and T98G) and pancreas cancer (PANC-1 and AsPC-1) cell lines. Cell viability assays were performed through measuring the percentage of viable cells using a luminescence system, and the antioxidant activities by ABTS and DPPH radical scavenging spectrophotometrically. Differences were considered as statistically significant at p*<0.001 and p**<0.0005 according to unpaired student t-test.
Results P. spinosa fruit methanol extract showed 2548±17,74 mg GAE/100 g corresponding to the total phenolic content, and moderate antioxidant activity (0,1896 ± 0,1143 and 0,0729 ± 0,0348) by ABTS• and DPPH• assays. To the best of knowledge, after of evaluation the results of brain and pancreas cancer cell lines, significant cytotoxic activities with 50-63% cell viability of GBM brain cancer cells were determined while no cytotoxicity was observed on pancreas cancer cell lines, PANC-1; and AsPC-1.
Conclusion The results of this study showed that the P. spinosa fruit methanol extract has significant antioxidant capacity and leads to statistically significant decreased viability on glioblastoma brain cancer cells.

REVIEW
11.Opinions on the Legitimacy of Death Declaration by Neurological Criteria from the Perspective of 3 Abrahamic Faiths
Andrew C Miller
doi: 10.5222/MMJ.2019.48379  Pages 305 - 313
Ölümü tanımlamak için kullanılan geleneksel kriterler bütün durumlara uymayabilir. Bu çalışma nörolojik kriterlere dayanan ölüm ilanının (DDNC) üç İbrahimi dini geleneğe göre (İslam, Yahudilik ve Katoliklik) ölüm tespiti için geçerli bir yöntem olarak uygun olup olmadığını tespit etmek için din hukukunu araştırmaktadır. İslami kaynaklar arasında, ne Kur’an, ne Sünnet (Hadith), ne icmâ (İslam alimlerinin fikir birliği) ne de kıyas (benzer hükme göre fıkhi akıl yürütme) ölüm tespiti için bir kriter tanımlamaktadır. Bu çalışmada tespit edilen, ictihad yoluyla oluşturulmuş olan altı fetvadan (bağlayıcılığı bulunmayan) beşi DDNC’yi desteklemektedir. İncelenen ülkelerden DDNC’yi kabul eden 13 Müslüman çoğunluğa sahip ülkenin 11’i dikkate alındığında, İnanç temelli İslami sağlık örgütlerinin kararları da fikir ayrılıkları göstermektedir. Üç temel Yahudi hukuku kaynağı (Halacha) içerisinde, Tevrat (hem yazılı ve sözlü olarak) ölüm tespitini açık olarak tanımlamamaktadır. Misnah Oholot 1: 6 ve Gamara Hullin 21a Talmudi yorumlarının ölüm tespiti için nörolojik bir yöntemin bazı durumlarda kabul edilebilir olduğunu önermesine rağmen, mitzvot d'rabbanan (hamamlar tarafından düzenlenen dini esaslar) sadece kardiyorespiratuvar kriterleri kabul eder, dolayısıyla DDNC’yi reddeder. Son olarak, Katolik kilisesinin Canon hukukunda, Kutsal Kitap, İncil’in Eski Ahit’inde (yazılı Tevrat) ve Yeni Ahit’te (İncil) kaydedildiği haliyle, ölüm tespiti için bir kriter tanımlamamaktadır. Aziz Thomas’ın entegrasyonun kaybı (loss of integration) görüşü Katolik Kilisesinde Viyana Konsili’nden (M.S. 1312) bu yana hakimiyetini korumuştur. Papa John Paul II ve Benedict XVI’in ortaya koyduğu sonraki kararlar DDNC’nin dikkatli bir şekilde kullanılmasını kabul etmiştir. Dolayısıyla, her üç inançta da DDNC’yi reddeden fikirler olmasına rağmen DDNC birçok Müslüman ve Katolik tarafından ölüm tespitinde geçerli bir kriter olarak kabul edilirken Yahudilik tarafından reddedilmiştir.
Traditional criteria to identify death may not fit all circumstances. This manuscript explores religious jurisprudence to ascertain whether death declaration by neurological criteria (DDNC) is accepted as a valid by 3 Abrahamic faith traditions: Islam, Judaism, and Catholicism. Among Islamic sources (order of primacy), neither the Qur’an, Sunnah as reported in Ḥadīth, Ijmā’ (scholarly consensus), nor Qiyas (precedent-based analogy) clearly describe death determination criteria. Through Ijtihad (lowest level of Sharīʿah), 5 of 6 non-binding fatwā support DDNC. Faith-based medical organizations are divided. Eleven of 13 surveyed Muslim-majority countries have laws supporting DDNC. Concern exists that premature death declaration could violate the Sharīʿah concept of Hifz-An-nafs (saving life). As such, DDNC remains debated in Islamic circles. Among the 3 main sources of Jewish law (Halacha), the Torah (oral and written) does not clearly define death declaration criteria. Despite Talmudic interpretations of Misnah Oholot 1: 6 and Gamara Ḥullin 21a suggest a possible justification for death determination using neurologic criteria, the bulk of mitzvot d'rabbanan (Rabbinic Law) rejects DDNC and adheres to cardiorespiratory criteria. Lastly, Catholic Church Cannon Law and the Holy Scripture recorded in Bible does not define death determination criteria. Following the Council of Vienne, Saint Thomas’s loss of integration view has predominated. Subsequent declarations by Popes John Paul II and Benedict XVI have cautiously accepted DDNC. Despite dissenting opinions in each faith, DDNC is currently accepted as valid by many Muslims and Catholics, while rejected by Judaism.

CASE REPORTS
12.Gitelman syndrome presenting with hypomagnesemia, hypokalemia and hypocalciuria - A case report
Mehmet Uzunlulu, Betül Dumanoğlu
doi: 10.5222/MMJ.2019.39000  Pages 314 - 317
Gitelman sendromu nadir görülen, otozomal resesif kalıtılan, hipomagnezemi ve hipokalsiüri ile birlikte hipokalemik metabolik alkalozla karakterize bir renal tübülopatidir. Gitelman sendromu tanısı genellikle adolesan dönemde konulmakla birlikte çocukluk hatta erişkin dönemde bile gözlenmektedir. Biz bu vaka raporunda kas güçsüzlüğü, kramp ve halsizlik semptomları ile hastaneye başvuran ve Gitelman sendromu tanısı konan 19 yaşındaki erkek hastayı sunduk.
Gitelman syndrome is a rare renal tubulopathy characterized by inherited autosomal recessive, hypokalemic metabolic alkalosis with hypomagnesemia and hypocalciuria. The diagnosis of Gitelman syndrome is usually established during adolescence, but is also observed in childhood and even in the adulthood period. In this case report, we presented a 19-year-old male patient who was diagnosed as Gitelman Syndrome and admitted to the hospital with symptoms of muscle weakness, cramps and weakness.

13.Cochlear Implantation in a Case of Auditory Neuropathy Spectrum Disorder with CAPOS Syndrome
Atılım Atılgan, Mustafa Yüksel, Ayca Ciprut
doi: 10.5222/MMJ.2019.53503  Pages 318 - 323
İşitsel Nöropati Spektrum Bozukluğu (İNSB) normal dış tüy hücre fonksiyonuna ragmen afferent işitsel yollarda senkronizasyonun kesintiye uğramasıyla tanımlanan bir işitme problemidir. Birçok gen mutasyonu İNSB’ye neden olabilir ve bazı vakalarda ek patolojiler gözlenebilir. CAPOS (serebellar ataksi, arefleksi, pes kavus, optik atrofi ve sensorinöral işitme kaybı) sendromunda sensorinöral işitme kaybı İNSB ile kendini gösterir ve odyolojik rehabilitasyonla ilgili sonuçlar literatürde yeterince açıklanmamıştır. Bu çalışmada CAPOS sendromu ve İNSB’si olan koklear implant kullanıcısı bir hasta sunulmuştur. 14 yaşında kız hasta İNSB ve CAPOS sendromuyla tanılanmıştır. Bir yıl süren takibin ardından unilateral koklear implant kullanmaya başlamıştır. Koklear implant sonrasında hastanın işitme eşiklerinde ve konuşmayı algılama performansında belirgin derecede iyileşme gözlenmiştir. Ayrıca Müzik Algısının Klinik Değerlendirmesi Testinin Türkçe versiyonunda müzik algısı performasının yüksek olduğu görülmüştür. Detaylı odyolojik değerlendirmeler sonrasında CAPOS sendromu ve İNSB’si olan hastalar için koklear implant iyi bir seçenek olabilir.
Auditory neuropathy spectrum disorder (ANSD) is a hearing disorder which characterized with normal outer hair cell function but disrupted neural synchrony in the afferent auditory pathway. CAPOS (cerebellar ataxia, areflexia, pes cavus, optic atrophy, and sensorineural hearing loss) syndrome can manifest itself with ANSD and this rare situation and audiological rehabilitation outcomes have not well documented in the literature. We aim to present a cochlear implant user subject with CAPOS syndrome and ANSD. A 14-year-old girl diagnosed with ANSD and CAPOS syndrome. She received unilateral cochlear implant (CI). Her hearing sensitivity and speech perception abilities have been improved with CI. Also, she has a good music perception ability measured with the Turkish version of Clinical Assessment of Music Perception Test. After detailed audiological evaluations, CI could be a good option for patients who have ANSD and CAPOS syndrome.

14.Glial heterotopia of the base of tongue: a case report
Geng Ju Tuang, Jennifer Peak Hui Lee, Priatharisiny Velayutham, Kim Ann Git, Nor Aizan Abllah Ariffin, Zainal Azmi Zainal Abidin
doi: 10.5222/MMJ.2019.88886  Pages 324 - 328
Oropharynx glial heterotopia is a congenital anomaly, whereby ectopic mature glial tissue is found around oropharynx isolated from the brain and spinal cord. Herein we report a rare presentation of a mass at the base of tongue in a neonate. In addition to underscore the rarity of oropharynx glial heterotopia, we discuss the dilemma in approaching its diagnosis and management in a neonate.

15.A rare diagnosis: Keutel Syndrome
Saniye Girit, Ebru Senol
doi: 10.5222/MMJ.2019.91979  Pages 329 - 332
Çocuk popülasyonda trakeobronşial kıkırdak kalsifikasyonu çok sık görülmeyen bir bulgudur. Keutel sendromu (OMIM 245150) astım benzeri ataklar ve tekrarlayan alt solunum yolu enfeksiyonları ile birlikte diffüz kıkırdak kalsifikasyonu, brakiotelofalanji, orta hat defektleri, işitme kaybı ile karakterize nadir görülen bir sendromdur. Biz burada astım tanısıyla takip edilen ancak astım tedavilerine yanıtsız 14 yaşında bir olgu sunuyoruz. Bu hasta trakeobronşial ağaç ve aurikulada kalsifikasyon, atipik yüz görünümü, tekrarlayan otitis media, işitme kaybı ve tekrarlayan astım benzeri ataklar ile Keutel sendromu tanısı aldı.
Tracheobronchial cartilage calcification is a very uncommon finding in pediatric population. Keutel Syndrome (OMIM 245150) is a very rare syndrome characterized by diffuse calcification of the cartilages, brachitelephalangia, pulmonary stenosis, mid-line defects, stippled epiphysis in infancy and hearing loss accompanied by recurrent respiratory infections and asthma-like attacks. Here, we present a 14 year old patient previously diagnosed as asthma, didn't relieve with appropriate asthma treatment and diagnosed with Keutel Syndrome with cartilage calcification on tracheobranchial tree and auricula, atypical facial features, recurrent otitis, asthma-like symptoms and hearing loss.




 

  © 2024 MEDJ