Home | Contact
     ISSN 2149-2042
     e-ISSN 2149-4606
 
 
 
Volume : 39 Issue : 1 Year : 2024



Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print




Index























Membership




Applications


 
Medeniyet Med J: 33 (4)
Volume: 33  Issue: 4 - 2018
Hide Abstracts | << Back
1.Cover

Page I

2.Contents

Pages II - VI

ORIGINAL ARTICLE
3.Prevalence of metabolic syndrome in hypothyroid patients under Levothyroxine therapy
Mumtaz Takir, Muhammed Kizilgul
doi: 10.5222/MMJ.2018.02700  Pages 257 - 262
Amaç: Tiroid hormonlarının lipid ve glukoz metabolizması üzerinde etkileri olduğundan, tiroid disfonksiyonu kardiyovasküler hastalıklar için bir risk faktörüdür. Metabolik sendrom (MS) artmış kardiyovasküler hastalık ve tip 2 diabetes mellitus riski ile birlikte artmış tüm nedenlere bağlı ölümle ilişkilidir. Çalışmalar tiroid disfonksiyonunun artmış MS prevalansı ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Bunun yanında, MS’lu hastalarda daha fazla hipotiroidi görülmektedir. Bu çalışmada, levotiroksin tedavisi altındaki hastaların hala dah yüksek metabolik sendrom prevalansına sahip olup olmadıklarını araştırdık.

Materyal ve Method: Çalışmaya levotiroksin tedavisi altında olan hipotiroid 186 hasta (175 kadın, 11 erkek) alındı. Demografik, antropometrik ve labaratuvar verileri dosyalarından kaydedildi. International Diabetes Federation (IDF) kriterleri metabolik sendrom tanısında kullanıldı.

Bulgular: Hipotiroidi hastalarında metabolik sendrom sıklığı %52 idi. Ortalama yaş 48.44 ± 14.90 yıl idi. Ortalama TSH düzeyleri 1.94 ± 1.11 uIU/L iken ortalama serbest T4 1.06 ± 0.20 ng/dL idi. Ortalama haftalık levotiroksin dozu 537.01 ± 239.53 mcg idi. Ortalama haftalık levotiroksin dozu ağırlık (r2: 0.188, p: 0.010), vücut kitle indeksi (r2: 0.227, p: 0.026) ve bel çevresi (r2: 0.164, p: 0.026) ile pozitif korrele idi. Ortalama haftalık levotiroksin dozu aynı zamanda LDL-kolesterol (r2: 0.167, p: 0.031) ve HbA1c (r2: 0.180, p: 0.034) düzeyleri ile de pozitif korrele idi. Ortalama haftalık levotiroksin dozu diğer kardiyometabolik risk faktörleri ile ilişkili değildi (p>0.05).

Sonuç: Levotiroksin tedavisi altında ötiroid olan hipotiroidi hastalarında hala artmış metabolic sendrom prevalansı mevcuttur. Buna rağmen, daha büyük hasta grubu içeren daha geniş kapsamlı çalışmalar yapılmalıdır.
Aim: Since thyroid hormones have an impact on lipid and glucose metabolism, thyroid dysfunction may lead to cardiovascular problems. Metabolic syndrome (MS) is related to higher risk of cardiovascular disease, diabetes mellitus, and all-cause mortality. Studies have demonstrated thyroid dysfunction corresponds to a higher prevalence of MS. Additionally, some studies showed patients with MS had a higher prevalence of hypothyroidism. We aimed to investigate whether hypothyroid patients being treated with levothyroxine still have a higher prevalence of metabolic syndrome or not.

Material and Methods: One hundred and eighty-six hypothyroid patients (175 female, 11 male) using levothyroxine treatment were included in the study. Demographic, anthropometric and laboratory measures were recorded. International Diabetes Federation (IDF) criteria were used for diagnosis of MS.

Results: The prevalence of MS was 52% in hypothyroid patients using levothyroxine. Mean age was 48.44 ± 14.90 years. Mean TSH was 1.94 ± 1.11 uIU/L and mean free T4 was 1.06 ± 0.20 (ng/dL). Mean weekly levothyroxine dose was 537.01 ± 239.53 mcg. Weekly levothyroxine dose was positively correlated with weight (r2: 0.188, p: 0.010), BMI (r2: 0.227, p: 0.026) and waist circumference (r2: 0.164, p: 0.026). Weekly levothyroxine dose was also positively correlated with LDL-cholesterol (r2: 0.167, p: 0.031) and HbA1c (r2: 0.180, p: 0.034) levels. Weekly levothyroxine dose was not correlated with other cardio-metabolic risk factors (p>0.05).

Conclusions: The prevalence of metabolic syndrome is still high in hypothyroid patients under levothyroxine treatment. However, more comprehensive studies conducted in a larger population should be performed to enlighten this association.

4.Foot Pain Frequently Associated with Vitamin D Deficiency: Bone Marrow Edema Syndrome
Engin Eceviz, Hüseyin Bilgehan Çevik, Özgür Baysal, Güven Bulut, Deniz Gülabi, Gültekin Sıtkı Çeçen
doi: 10.5222/MMJ.2018.11298  Pages 263 - 268
Kemik iliği ödemi sendromu (KİÖS), etiyolojisi bilinmeyen, ani başlangıçlı ve kendini sınırlayıcı lokalize ağrıyla karakterize MR görüntülemede sırasıyla T1 ve T2 sekanslarda hipointens ve hiperintens sinyal veren non-spesifik sekelsiz iyileşen kemik ödeminin gözlenmesidir. Bu çalışmada ayakta KİÖS tanılı hastaların başlangıç klinik ve radyolojik özellikleriyle klinik seyrinin değerlendirilmesi amaçlandı. Kliniğimizde Ocak 2014 ve Aralık 2016 arasında KİÖS tanısı alan 17 hasta çalışmaya dahil edildi. Ayak ağrısı şikayetiyle başvuran klinik olarak KİÖS'den şüphelenilen hastalarda direkt grafi ve sonrasında MR görüntüleme istendi. KİÖS tanısı alan hastaların başlangıç D-vitamini, hemogram, sedimentasyon, C-reaktif protein(CRP), romatoid faktör(RF) ve Anti-CCP değerlerine bakıldı. Hastalara tanıdan itibaren indometazin ve D-vitamini başlandı, 6 hafta çift koltuk değneğiyle yükten koruma uygulandı. Tüm hastaların hikayelerinde ani başlangıçlı ayak ve ayak bilek ağrısı olduğu görüldü. Semptomların ortalama süresi 7,12(2-20) aydı. Ortalama serum D-vitamini düzeyi 14 IU olduğu, sedimentasyon değerlerinin 7 hastada hafif yüksek, CRP, RF ve Anti-CCP değerlerinin normal olduğu gözlendi. KİÖS en fazla talusta görüldü. Hastaların tanı aldıklarındaki AOFAS skoru ortalama 63, son kontrol AOFAS skoru ortalama 92'ydi. Konservatif tedaviler KİÖS tanısı alan hastaların izlenmesinde ilk seçenek tedavi olarak değerlendirilmelidir. D-vitamini eksikliğinin hastalığın etyolojisinde rol alabileceği bilinmeli ve bu yönde araştırılmalıdır.
Bone marrow edema syndrome (BMES) describes non-specific, ill-defined areas of hypointense and hyperintense signal on T1 and T2 sequences, respectively. BMES has unknown etiology and resolves without sequelae. In this study, we aimed to evaluate the initial clinical and radiological features and clinical course of patients with standing BMES. We evaluated 19 feet of 17 patients who applied to our clinic between January 2014 and December 2016. X-Ray and MRI were taken in patients with clinical suspicion of BMES. Initial vitamin-D levels, hemogram, sedimentation, C-reactive protein(CRP), rheumatoid factor(RF) and Anti-CCP values of patients were evaluated. After the diagnosis, indomethacin and vitamin-D therapy and weight-bearing protection with double cruches was given for 6 weeks. All patients mentioned that sudden onset of pain. The mean duration of symptoms was 7.12(2-20) months. Mean serum 25(OH)D level was 14 IU, sedimentation values were slightly higher in 7 patients, CRP, RF and Anti-CCP values were normal. BMES mostly detected in talus. The mean AOFAS score of the patients was 63 and the last control was 92. Conservative treatments should be considered as the first-line treatment option in BMES. The importance of laboratory tests in BMES should not be forgotten. Vitamin-D may play a role in the etiology of the disease. For that reason, patients need to be investigated in that way.

5.Comparision of toric intraocular lens implantation, limbal relaxing incisions and opposite clear corneal incision for management of co-existing astigmatism on cataract surgery.
Işılay Özsoy Koyun, Hacı Uğur Çelik, Hüseyin Bayramlar, Efe Koyun
doi: 10.5222/MMJ.2018.16362  Pages 269 - 277
Amaç: Astigmatizması olan katarakt cerrahisi olgularında torik göz içi lensleri, limbal gevşetici kesi ve karşılıklı saydam korneal kesi uygulamalarının etkinliğini ve görsel sonuçlarını karşılaştırmak.

Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif karşılaştırmalı çalışma görsel olarak anlamlı kataraktı ve eşlik eden astigmatizması olan 56 hastanın 56 gözüne fakoemülsifikasyon uygulanıp, torik göz içi lensi veya monofokal göz içi lensi ile birlikte limbal gevşetici insizyon (LRI) veya monofokal göz içi lensi ile birlikte karşılıklı saydam korneal insizyon (OCCI) uygulanan hastaların dosyaları incelenerek yapıldı. Başlıca sonuç kriterleri postoperatif 6 aylık düzeltilmiş görme keskinliği, silindirik ve keratometre değer değişimleri idi.

Bulgular: 6.ayda düzeltilmiş görme keskinlikleri başlangıç ölçümlerine göre 3 grupta da istatistiksel olarak anlamlı derecede daha iyi idi. (p<0.0001, p<0.0001, p<0.0001) Ortalama astigmat değerleri cerrahi öncesi LRI grubunda 2.92 ± 1.1, OCCI grubunda 2.46 ± 1.7, Torik grubunda 2.68 ± 0.90 iken; cerrahi sonrası sırasıyla 1.01 ± 0.61, 1.16 ± 1.12, 0.9 ± 0.8 D olmuştur. ( p<0.0001, p<0.0001, p<0.0001) Tedavi sonrası düzeltilen astigmat miktarı LRI grubu için 1.9 ± 1.1, OCCI grubu için 1.3 ± 1.2, torik grubu için 1.78 ± 0.90 dioptridir. 3 grup arasındaki fark istatiksel olarak anlamlı değildir.

Sonuç: Tüm gruplarda postoperatif dönemde BCVA değerinde artış ve refraktif astigmatizmada azalma saptanmıştır. Refraktif astigmatizmada düzelme en çok LRI grubunda olmasına rağmen gruplar arasında anlamlı fark yoktur.
Purpose: To compare the efficacy and visual outcomes of toric intraocular lenses, limbal relaxing incisions and opposite clear corneal incisions for management of coexisting astigmatism on cataract surgery.
Patients and Methods: In this retrospective comparative study revealed 56 eyes of 56 patients’ files with visually significant cataract and coexisting corneal astigmatism were undergone phacoemulsification with either Toric IOL or monofocal IOL with LRI or monofocal IOL with OCCI. The main outcome measures were postoperative 6-month best corrected visual acuity, cylindrical and keratometer value changes.
Results: Best corrected visual acuities at sixth months were better at a statistically significant level in three groups compared to the baseline measurements. (p<0.01, p<0.01, p<0.01) The mean refractive astigmatism values were preoperatively 2.92 ± 1.1 in the LRI group, 2.46 ± 1.7 in the OCCI group, 2.68 ± 0.90 in the toric group whereas they became 1.01 ± 0.61, 1.16 ± 1.12 and 0.9 ± 0.8 D postoperatively, respectively. (p<0.01, p<0.01, p<0.01) Corrected astigmatism amount was 1.9 ±1.1 for the LRI group, 1.3 ±1.2 for the OCCI group and 1.78 ±0.90 dioptry for the toric group. The difference among three groups was not statistically significant.
Conclusion: An increase in the BCVA value and a decrease in refractive astigmatism were detected postoperatively in all groups. Although the most prominent improvement in refractive astigmatism occurred in the LRI group, there was no significant difference among the groups.

6.Effects of significant weight loss following bariatric surgery on red cell distribution width and mean platelet volume
Cihan Altın, Varlık Erol, Mustafa Yılmaz, Yusuf Bozkuş, Haldun Müderrisoğlu
doi: 10.5222/MMJ.2018.16442  Pages 278 - 284
Amaç: Kronik inflamasyon ve platelet agregasyonu ile yakından ilişkili olan artmış kırmızı kan hücresi dağılım genişliği (RDW) ve ortalama trombosit hacminin (MPV) obezite ve kardiyovasküler hastalıklar açısından birer bağımsız belirteç olduğu düşünülmektedir. Ancak obezite cerrahisi olup belirgin kilo veren hastalarda bu parametrelerdeki değişim tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada laparoskopik sleeve gastrektomi (LSG) yapılan hastaların bir yıllık takiplerinde RDW ve MPV değerlerindeki değişimi incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Şubat 2015 ve Haziran 2017 tarihleri arasında LSG yapılan 98 morbid obez hastanın (73 kadın, 25 erkek) medikal kayıtlarını inceledik. Cerrahi endikasyonlar kılavuzlara uygun şekilde belirlendi; vücut kitle indeksi (VKİ) >40 kg/m2 veya VKİ>35 kg/m2 ve birlikteliğinde obeziteyle ilişkili ek hastalıkların varlığı. Bazal değerler ile birinci yıldaki değerler arasındaki fark Delta (Δ) ile gösterildi.
Bulgular: Çalışma grubunun ortalama yaşı 41,89 ± 11,99 olup, cerrahi sonrası birinci yıldaki ortalama kilo kaybını 45,41 ± 13,13 kg’dı (% 36,5). Ortalama VKI birinci yılda 46,60 ± 7,11 ‘den 29,58 ± 4,63 kg/m2 (p<0,001) ‘e düştü. Ortalama RDW (% 14,61 ± 1,69’e karşı % 13,71 ± 2,10; p<0,01) ve MPV (8,63 ± 1,45 fL’e karşı 7,92 ± 1,24 fL, p<0,001) seviyelerinde cerrahi sonrası anlamlı düşüş dikkati çekti. Ayrıca Δ VKI ile Δ RDW (r = 0,343, p <0,01) ve Δ MPV (r = 0,322, p < 0,01) arasında pozitif korelasyon vardı.
Sonuç: LSG ile belirgin kilo veren hastaların birinci yıl takiplerinde verdikleri kilo ile korele olarak RDW ve MPV seviyelerinde anlamlı azalma bulduk. Ancak bu parametrelerin birçok faktörden etkilendiği düşünülecek olursa bu konuda prospektif, geniş ölçekli ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Elevated red blood cell distribution width (RDW) and mean platelet volume (MPV) levels which are closely associated with chronic inflammation and platelet aggregation are suggested as independent predictors of obesity and cardiovascular diseases. However influence of significant weight loss following bariatric surgery on these parameters is unknown. Therefore we aimed to find out the effect of significant weight loss following laparoscopic sleeve gastrectomy (LSG) on RDW and MPV levels.
Material and Methods: The medical data of 98 morbid obese subjects (25 male, 73 female) who were operated according to bariatric surgical indications in current guidelines; ‘body mass index (BMI) >40 kg/m2 or BMI= 35-40 kg/m2 with additional co-morbidities’ between February 2015 and June 2017 were recorded. Deltas (Δ) were calculated as subtracting one-year values from the baselines.
Results: The mean age of our study population was 41.89±11.99 years and mean weight loss in one-year after LSG was 45.41±13.13 kg (36.5%). BMI was decreased from 46.60±7.11 kg/m2 to 29.58±4.63 kg/m2. Compared to the baseline, significant decreases in RDW (14.61±1.69 % vs. 13.71±2.10 %; p<0.01) and MPV (8.63±1.45 vs. 7.92±1.24 fL, p<0.001) levels were found in the postoperative one-year values. In addition; ΔVKI was significantly correlated with ΔRDW (r=0.343, p<0.01) and ΔMPV (r=0.322, p<0.01).
Conclusion: We found that morbid obese subjects have significantly decreased RDW and MPV levels which are correlated to their weight loss in one-year follow-up after LSG. Because several factors may affect these parameters further prospective studies with large scale are needed.

7.The importance of follow-up gastroscopy in patients with perforated peptic ulcer
Okan Murat Aktürk, Mikail Çakır, Doğan Yıldırım
doi: 10.5222/MMJ.2018.21347  Pages 285 - 290
Giriş:
Peptik ülser midedeki asit ve pepsinin yıkıcı etkileri ile mukozanın korunma faktörleri arasındaki dengesizlikten kaynaklanır. Toplumda prevalansı %5-10 civarındadır ancak bu hastaların %2-10 kadarı perfore olur.. Genellikle önerilen operasyondan sonra 6-8 hasta içinde takip üst gastrointestinal sistem endoskopisi yapılmasıdır. Bu çalışmamızda perfore pefore peptik ülser vakalarında takip endoskopisinde helikobakter pilori ve mide kanseri görülme sıklığını araştırdık.
Materyal ve Metod:
Peptik ülser perforasyonu sebebiyle opere edilen hastaların takip endoskopileri değerlendirildi. Hastaların demografik özellikleri, operasyon notları, takip gastroskopileri ve patoloji notları değerlendirilerek hastalardaki helikobakter pilori ve gastointestinal malignansi insidansı araştırıldı.
Bulgular:
Haziran 2014 ve haziran 2017 arasında 132 hasta peptik ülser perforasyonu sebebiyle acilen operasyona alındı. Bu hastaların yaş ortalaması 43,46±18,78 (15-93) idi. Çalışmaya dahil edilen hastaların 36’sı (%73,5 (36/49) takip endoskopisinde Helikobakter pilori için yapılan testte pozitif olarak bulundu. Takip endoskopisinde tanısı kesinleşen kanser insidansı %5,6 (3/53) olarak tespit edildi.
Sonuç:
Perfore peptik ülser hastalarında helikobakter pilori etiyolojide önemli rol oynamakla birlikte mide kanseri de hastalarda etiyolojide rol oynamaktadır. Duodenal yerleşimli olduğu düşünülen perforasyonlarda da malignite ihtimali gözönünde bulundurulmalıdır.
Introduction

Peptic ulcer disease arises from the imbalance between the mucosal defense factors and the destructive properties of acid pepsin. The prevalance is around 5-10% of the population but only 2-10% of the patients with the disease are complicated with perforation. What is adviced is a follow up gastroscopy 6-8 weeks after the operation. We aimed to investigate gastric malignancy and helicobacter pylori prevalence in the follow-up gastroscopy.
Material and Methods
The follow-up gastroscopy notes of the patients who went under operation for perforated peptic ulcer were reviewed. The demographic properties, the operation notes, the followw-up gastroscopy notes and pathology reports were reviewed for the presence of helicobacter pylori and gastric malignancy.
Findings
Between June 2014 and June 2017 a total of 132 patients were operated for peptic ulcer perforation. The average age of the patients was 43,46±18,78 (15-93). In the study group 73,5%(36/49) were found to be positive for Helicobater pylori. The gastric cancer diagnosis was confirmed in 5,6% (3/53) patients in the follow-up gastroscopy.
Conclusion
Helicobater pylori is an important factor in ethiology as well but one must be alert about the potential presence of a gastric cancer. There is also a potential malignancy presence in the perforations which are thought to be duodenal.

8.Topographic and refractive findings in osteogenesis imperfecta
Işılay Özsoy Koyun, Aylin Ardagil Akçakaya, Burak Şimşek, Ayla Güven, Efe Koyun
doi: 10.5222/MMJ.2018.52385  Pages 291 - 295
Amaç: Osteogenezis imperfekta hastalarında oküler bulguları incelemek amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntemler: Hastalar Osteogenezis İmperfekta (OI) tiplerine göre gruplandırıldı.Yaş ve cinsiyetleri not edildi. Refraksiyon, göz içi basıncı (GİB) santral korneal kalınlık (SKK) değerleri ölçüldü. Korneal topografi görüntüleri alındı. Tüm hastaların fundus muayeneleri yapıldı. Sferik eşdeğerleri ve en iyi düzeltilmiş görme keskinlikleri (EDGK) kaydedildi. Hastalarda skleral renk değişikliği olup olmadığı not edildi.
Bulgular: Bu çalışmada 15 hastanın 30 gözü incelenmiştir. 15 hastanın 8 tanesi Tip 1 OI, 5 tanesi Tip 4 OI ve 2 tanesi de Sillence sınıflandırma sistemine göre sınıflandırılamadı. Sınıflandırılamayan hastaların birinde FKBP10 mutasyonu ve diğerinde WNT1 mutasyonu vardı. Santral korneal kalınlık minimum 397 µm iken maksimum 588 µm’di. Ortalama santral korneal kalınlık 492 ± 67.49 µm’di. Korneal apeks keratometri (K) ve korneal astigmatizma değerleri Tip 4 OI grubunda Tip 1 OI grubuna göre daha yüksek bulunmuştur (sırasıyla p<0.01, p < 0.05).EDGK Tip 1 OI grubunda Tip 4 OI grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (p < 0.01). Çalışmaya alınan 30 gözden 8’inde mavi sklera saptanmıştır(%26.7). Mavi sklerası olan hastaların tamamı Tip 1 OI hastasıdır. Mavi sklerası olan ve olmayan hastalar arasında SKK, posterior elevasyon veya korneal astigmatizma değerleri açısından anlamlı fark saptanmamıştır (p> 0.05). Korneal apex K değerleri mavi sklerası olan hastalarda istatistiksel anlamlı derecede düşüktü (p<0.05).
Sonuç: OI hastalarında bizim bulgularımız daha ince SKK, mavi sklera ve özellikle Tip 4 OI hastalarında dik K değerleridir. Bu sebeple hastalar keratokonus açısından düzenli takip edilmelidir. İnce SKK nedeniyle yalancı göz içi basıncı düşüklüğüne karşı dikkatli olunmalıdır. Olası bir travmaya karşı hasta ve hasta yakınlarına koruyucu gözlük kullanımı önerilmelidir.
Purpose: To research ocular findings in patients with osteogenesis imperfecta (OI).
Patients and Methods: Patients were grouped according to the type of OI. Age and gender data were noted. Refraction, intraocular pressure (IOP), and central corneal thickness (CCT) values were measured. Corneal topography images were obtained. Fundus examinations were made in all patients. Best corrected visual acuity (BCVA) and spherical equivalent (SE) values were recorded. Data about patients’ scleral color changes were noted.
Results: In this study, 30 eyes from 15 patients were examined. Of the 15 patients, 8 had OI Type 1, 5 had OI Type 4, and 2 couldn’t be classified by Sillence’s classification. One of that patients had a FKBP10 mutation and another had a WNT1 mutation. The minimum CCT was 397 μm and maximum was 588 μm. Average CCT was 492 ± 67.49 μm. Corneal apex keratometry (K) and corneal astigmatism values were higher for the OI Type 4 group than Type 1 (p <0.01, p<0.05, respectively). BCVA values were significantly higher in the OI Type 1 group than the OI Type 4 (p = 0.002) Out of the 30 eyes, 8 had blue sclera (26.7%). All of the patients with blue sclera had OI Type 1. There was no significant difference in terms of CCT, posterior elevation values, or corneal astigmatism values between patients with and without blue sclera (p > 0.05). Corneal apex K value was statistically lower in the patients with blue sclera (p < 0.05).
Conclusion: Our findings in patients with OI were thinner CCT, blue sclera, steep K values especially in Type 4 group. So patients should be followed regularly for keratoconus. Because of corneal thinning, physicians must be aware of underestimation of IOP. Patients and their relatives be advised to use protective glasses for probable trauma.

9.Seasonal Variability of Serum 25-Hydroxy-Vitamin D Levels in the adult population living in Bilecik Province: A Follow-up Study from Turkey
Saadet Çelik, Mehmet Çelik, Mümtaz Takır
doi: 10.5222/MMJ.2018.62347  Pages 296 - 299
Amaç: D vitamini, secosteroid yapısındaki fosfor metabolizmasında rol oynayan başlıca hormonlardan biridir. Çalışmalar, düşük serum D vitamini düzeylerinin otoimmün hastalıklar, diyabetes mellitus, hipertansiyon ve kanser gibi kronik hastalıklarla ilişkili olduğunu göstermiştir. Bu çalışmanın amacı, Bilecik ilinde yaş ve cinsiyete göre yetişkin popülasyonda (18-98) serum 25-hidroksivitamin D düzeylerinin mevsimsel değişkenliğini araştırmaktır.
Yöntemler: Ocak 2016 ile Aralık 2017 tarihleri arasında hastaneye başvuran hastaların dosyaları retrospektif olarak tarandı. Hasta ilaçları değerlendirildi. 22205 hastanın serum D vitamini düzeyleri yaşa, cinsiyete ve mevsimlere göre değerlendirildi.
Bulgular: 17070 kadın (% 76,9) ve 5135 erkek (% 23.1) hastanın serumdan D vitamini analiz edildi. Katılımcıların serum D vitamini düzeylerinin ortanca değeri kadınlarda 17.2 (4.2-137.9), erkeklerde 22.9 (4.3-144.0) idi. Mevsimsel sınıflandırmaya göre, erkekler ve kadınlarda her mevsimde serum 25-OH D vitamini yetersizliği saptandı (p<0.001). Erkeklerden farklı olarak kadınlarda bahar ayında vitamin D eksikliği saptandı (p<0.001). Tüm hastalar için medyan serum 25-OH D vitamini seviyeleri sonbahar, ilkbahar, kış, yaz için sırasıyla 20.2 (4.33-127.2), 16.3 (4.23-144.0), 18.6 (4.20-129.0) ve 19.6 (4.30-137.9) ng / mL idi.
Sonuç: Bilecik'te yetişkinler arasında yetersiz D vitamini yaygındır. Serum 25-Hidroksi-D vitamini seviyeleri erkeklerde her mevsimde kadınlara göre daha yüksekti (p<0.001). 25 (OH) D seviyesinin kadınlarda ve ilkbaharda anlamlı derecede düşük olması dikkat çekicidir (p<0.001). Yetişkinler için güneş ışığına maruz kalmalarına ek olarak D vitamini takviyesi önermekteyiz.
Aim: Vitamin D is one of the major hormones involved in phosphorus metabolism in the secosteroid structure. Studies have shown that low serum vitamin D levels are associated with chronic diseases such as autoimmune diseases, diabetes mellitus, hypertension and cancer. The aim of this study was to investigate the seasonal variability of serum 25- hydroxyvitamin D levels in the adult population (18-98) according to age and gender in Bilecik province, Turkey.
Methods: The medical records of the patients admitted to hospital between January 2016 and December 2017 were retrospectively screened. The patient medications were evaluated. Serum vitamin D levels of 22205 patients were evaluated according to age, gender and seasonal.
Results: According to the data, serum vitamin D were analyzed from the sera of 17070 females (76,9%) and 5135 males (23.1%). The median value of serum vitamin D levels of the participants was 17.2 (4.2-137.9) in females and 22.9 (4.3-144.0) in males. According to the seasonal classification, there was inadequate of serum 25-OH vitamin D in all seasons in females and in males (p<0.001). Unlike men, vitamin D deficiency was detected in women during the spring (p<0.001). For all subjects, median serum 25-OH vitamin D levels were 20.2 (4.33-127.2), 16.3 (4.23-144.0), 18.6 (4.20-129.0) and 19.6 (4.30-137.9) ng/mL for autumn, spring, winter, and summer, respectively
Conclusion: Vitamin D inadequate is prevalent among adults in Bilecik. The serum 25-Hydroxy-Vitamin D Levels were higher in the males than in the females for all seasons (p<0.001). It is noteworthy that 25(OH)D levels were significantly lower in women and during spring (p<0.001). We recommend vitamin D supplementation for adults with additional the sunlight exposure.

10.The carotid intima media thickness in coal miners
Emine Altuntaş, Emine Gencer, Hümeyra Çiçekler, Emek Tolga Işıldak
doi: 10.5222/MMJ.2018.64436  Pages 300 - 306
Amaç/Giriş
Kömür madeni işçilerinde ölümün en sık sebeplerinden biri kardiyovasküler hastalıklardır. Ateroskleroz dünya çapında kardiyovasküler hastalıkların en sık sebebidir. Subklinik ateroskleroz karotis arterlerin yerleşimi sayesinde doppler ultrasonografi aracılığıyla teşhis edilebilir. Bu çalışmada amaç kömür madeni tozuna kronik maruziyetin aterosklerotik sürece katkısı olup olmadığını araştırmaktı.
Yöntemler
Çalışma tek merkezli ve retrospektif olup 25 genç kömür madeni işçisi, 25 kömür madeni emeklisi, 25 genç ve 25 yaşlı sağlıklı ve kömür tozu maruziyeti olmayan kontrollerden oluşmaktaydı. Olguların dosyalarından karotis doppler ultrasonografisi, biyokimyasal testleri, ekokardiyografisi, solunum fonksiyon testi bulundu ve kaydedildi.
Bulgular
Genç maden işçisi grubu ile sağlıklı genç kontroller arasında karotis intima mediya kalınlığı arasında anlamlı fark bunmazken(0,66±0,16 vs 0,65±0,16; p=0,994); kömür madeni emeklisi grup ile sağlıklı ve yaşlı kontroller arasında anlamlı fark oluştuğu görüldü(0,99±0,09 vs. 0,81±0,13; p=0,01).
Sonuçlar
Bu çalışmada aterosklerozun erken dönemde teşhisini sağlayan karotis intima mediya kalınlığının kronik kömür tozu maruziyeti sonrası arttığı görüldü. Bu nedenle kişilerin ateroskleroz açısından risk faktörlerini belirlerken mesleki sorgulamının faydalı olabileceği düşünülebilir.
Background and Objectives
The cardiovascular diseases are one of the most frequent causes of death in coal miners. The atherosclerosis is the most frequent cause of cardiovascular disease around the world..The subclinical atherosclerosis can be diagnosed thanks to the localization of carotid arteries by measuring carotid intima media thickness via doppler ultrasonography.In this study, the aim was to investigate whether the chronic exposure to coal mine dust contributes to atherosclerotic process.
Methods
The study was designed as single centre, retrospective, consisting of 25 young coal miners, 25 coal miner retirements, 25 young people and 25 healthy elderly people who have never worked in coal mine controls. The carotid doppler ultrasonography, biochemical tests, echocardiography, respiratory function test results were found and recorded from the files of the cases
Results
There was not any meaningful difference in point of carotid intima media thickness between coal miners and healty young group(0,66±0,16 vs 0,65±0,16; p=0,994), while there was a meaningful difference between coal miner retirements and healthy elderly group(0,99±0,09 vs. 0,81±0,13; p=0,01).
Conclusions
In this study, it was revealed that the carotid intima media thickness, which facilitates in early stage in order to diagnose atherosclerosis, increased after chronic exposure to coal mine dust. Therefore, it can be thought that professional questioning may be beneficial while determining the risk factors of individuals in terms of atherosclerosis.

11.Ablation of Supraventricular Tachycardia in Children Using a Limited Fluoroscopy Approach with the Electro-Anatomical System Guidance
Özlem Elkıran, Celal Akdeniz, Volkan Tuzcu
doi: 10.5222/MMJ.2018.65982  Pages 307 - 313
Giriş: Çocuklarda supraventriküler taşikardi (SVT)’lerin tedavisinde kateter ablasyon başarılı olarak uygulanmakla birlikte, geleneksel yöntemle yapılan ablasyon işlemlerinde X-ışınları kullanılmaktadır. Son dönemlerde, elektroanatomik haritalama sistemlerinin geliştirilmesi ile ablasyon işlemlerindeki floroskopi maruziyeti azaltılmış, hatta bazı işlemlerde tamamen elimine edilmiştir. Radyofrekans ablasyon (RFA) taşiaritmilerin tedavisinde yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. Ancak, atriyoventriküler (AV) tam blok riski taşımaktadır. Bu nedenle, son dönemlerde atriyoventriküler nodal reenteran taşikardi (AVNRT)’yi de içeren septal taşikardi substratlarında kriyoablasyon (KRA) tercih edilmektedir. Bu çalışmada, elektroanatomik haritama kullanılarak SVT ablasyonu yapılan hastalarımız ve kriyoablasyon deneyimlerimiz sunulmuştur.
Metodlar: SVT nedeniyle kliniğimizde elektrofizyolojik çalışma yapılan 48 çocuk retrospektif olarak değerlendirildi. Tüm prosedürler Ensite NavX Sistem (St. Jude Medical, St. Paul, MN,USA) eşliğinde yapıldı.
Sonuçlar: 30 hastada AVNRT, bu hastaların birinde atriyal taşikardi (AT) vardı, diğer bir hastada tipik ve atipik AVNRT birlikteydi. 7 hastada gizli AP, 9’unda manifest AP, 2’sinde sağ taraflı AT, bir hastada Mahaim AP vardı. 42 (%87.5) hastada hiç floroskopi kullanılmadı. Geriye kalan 6 (%12.5) hastada ortalama floroskopi süresi 6.0±2.28 dk (medyan: 6.0; aralık: 3 -10 dk) idi. 34 (% 70.8) hastada KRA, 14 (%29.2) hastada RFA uygulandı. Akut başarı % 95.8 oranındaydı. 16±10.02 aylık izlem süresinde 3 (%6.2) hastada nüks görüldü. Bu hastalara 2. seansta başarılı ablasyon yapıldı. Uzun süreli izlemde başarı oranı % 100 idi. Hiçbir hastada kalıcı AV tam blok gelişmedi. Bir hastada transseptal girişim sırasında perikardiyal boyanma ve minimal perikardiyal efüzyon dışında komplikasyon olmadı.
Tartışma: Çocuklarda SVT ablasyonu elektroanatomik haritama yöntemiyle ve sınırlı floroskopi ile başarı ile uygulanabilir. AVNRT ve septal taşikardi substratlarında KRA tercih edilmelidir.
Introduction: Athough, catheter ablation has become established therapy for treatment of pediatric SVT, X-ray has been used during electrophysiological procedures. Recent advances in electroanatomic mapping technologies resulted in a decrease or elimination of fluoroscopy during catheter ablation. Although, radiofrequency ablation (RFA) is a common option for treatment of tachyarrhythmias, it has irreversible risk of AV block. Cryoablation is preferred for septal tachycardia substrates due its safety. In this study, we presented our results of children who underwent SVT ablation using electroanatomical system and experiences in cryoablation.
Methods: A total of 48 children underwent ablation of SVT. All procedures were performed using the EnSite System (St. Jude Medical, Inc., St. Paul, MN, USA).
Results: Thirty patients had AVNRT, one of these had an additional atrial tachycardia and the other one had atypical AVRNT, 7 had concealed AP, 9 had manifest AP, 2 had atrial tachycardia, and one had Mahaim AP. Fluoroscopy was not used in 42 patients (87.5%). The mean fluoroscopy time in the remaining 6 (12.5%) patients was 6.0±2.28 minutes.Cryoablation was used in 34 (70.8% ) and RFA in 14 (29.2%). Acute success was 9A5.8%. During follow-up of duration, SVT recurred in 3 patients (6.2%). These patients underwent second successful ablation procedures. Final success was 100 %. No permanent AV block was observed. An uneventful pericardial needle injury occured in one patient during transseptal puncture with minimal effusion.
Conclusions: Catheter ablation of SVT can be performed effectively with limited fluoroscopy approach. Cryoablation should be preferred for ablation of septal tachycardia substrates, including AVNRT.

12.The Association Between ABO, Rh Blood Types and Eating Behaviour
Serpil Çeçen, Canan Eren
doi: 10.5222/MMJ.2018.73558  Pages 314 - 319
Amaç: Çalışmamızın amacı Spor Fizyolojisi polikliniğine obezite nedeniyle başvuran kadınlarda Three-Factor Eating Questionnaire (TFEQ) kullanarak kontrollü yeme, kontrolsüz yeme ve emosyonel yeme davranışını ortaya koymak ve bu davranışların ABO kan grupları ve Rh faktörü ile ilişkisininin olup olmadığını araştırmaktır.
Yöntem: 18-65 yaş arası obezite nedeniyle başvuran kadınlardan obezite grubu (n= 197), kan bankasına kan dönorü olarak başvuran obez olmayan kadınlardan kontrol grubu oluşturuldu (n= 95). Düz zeminde, çıplak ayakla boy uzunlukları ölçüldü. Daha sonra bioimpedans (Tanita-BC-418 MA III) cihazında kilo, beden kitle indeksi, yağ yüzdesi, yağ ağırlığı ve yağsız ağırlığı gösteren tüm vücut analizi yapıldı. Kontrollü yeme, kontrolsüz yeme ve emosyonel yeme davranışını ölçen uluslararası düzeyde kullanılan, ülkemizde uygunluğu gösterilmiş çalışmaları olan üç faktörlü beslenme anketini (Three-Factor Eating Questionnaire (TFEQ)-18) doldurmaları istendi. Kan grupları ve Rh faktörünün tayini kan bankasında gerçekleştirildi. Çalışma kapsamında toplanan hasta verileri IBM Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) for Windows 20.0 paket programı ile analiz edildi.
Bulgular: Cognitive restraint (Bilişsel kısıtlama) A kan grubunda O grubuna gore daha yüksek oranda tesbit edilirken, kontrolsüz yeme ve emosyonel yeme davranışının ABO kan gruplarından ve Rh faktöründen etkilenmediği tesbit edildi.
Sonuç: Bu çalışmada sadece A kan grubunda kontrollü kısıtlama açısından anlamlı sonuç tesbit edilmesi ABO kan grubu antijenlerinin ve Rh faktörünün yeme davranışı üzerine etkisini araştırmak açısından daha yeni çalışmalara yol gösterici olabilir.
Objective: The aim of the present study is to reveal controlled eating, uncontrolled eating and emotional eating behaviours and to search whether an association exists between ABO blood types as well as Rh factor and these behaviours through Three-Factor eating Questionnaire (TFEQ).
Method: The women between 18 and 65 years of age who referred because of obesity consisted the obesity group (n=197) whereas a control group (n=95) was created from non-obese women who referred to the blood bank as blood donor. Body lengths of the women were measured at standing position without shoes. A complete blood analysis was performed including body weight, body mass index, fat percentage, fat weight and lean body weight through bio-impedance (Tanita-BC-418 MA III). The participants were asked to reply the three-factor Eating Questionnaire (TFEQ)-18) which is an international questionnaire evaluating controlled eating, uncontrolled eating and emotional eating behaviour. Blood type and Rh factor analyses were performed in the Blood bank. The patient data collected within the scope of the study were analysed through IBM Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) for Windows 20.0 package program.
Findings: Cognitive restraint was detected higher in the blood type A when compared with blood type O whereas uncontrolled eating and emotional eating behaviour was not affected by ABO blood types and Rh factor.
Conclusion: A significant result for controlled restriction only in blood type A may guide new studies that shall search the effect of ABO blood group antigens and Rh factors on eating behaviour.

13.Neutrophil/Lymphocyte Ratio In Stroke Patients And Its Relation With Functional Recovery
Gönül Vural, Şadiye Gümüşyayla, Gülsüm Akdeniz
doi: 10.5222/MMJ.2018.83097  Pages 320 - 325
Amaç: Nötrofil/lenfosit oranı, hem akut inflamatuar cevabı gösteren nötrofil yüksekliği, hem de fizyolojik stresi yansıtan lenfosit düşüklüğünün olumsuz etkilerini gösteren bir parametre olarak kabul edilmektedir. Nötrofil yüksekliği direk olarak iskemiye bağlı olabileceği gibi, inme gelişmesinden sorumlu inflamasyonun bir yansıması da olabilir. Hemorajik inmeli hastalarda ise kanamaya bağlı inflamatuar cevapta bir artış söz konusudur ki bu beyin hasarının artmasına sebep olur. Bu çalışma inme alt gruplarında nötrofil/lenfosit oranının nasıl değiştiğini ve fonksiyonel iyileşmeyle ilişkisini araştırmak için planlandı.
Materyal ve Metot: Çalışmamıza iskemik inmeli 294 hasta, geçici iskemik ataklı 35 hasta, 19 hemorajik inme vakası ve 70 kontrol birey olmak üzere olmak üzere toplam 418 kişi alındı. Herbir vakanın nötrofil/lenfosit oranı hesaplandı; hastaların taburculuk Rankin skoru kaydedildi.
Bulgular: Nötrofil/lenfosit oranı inmeli hastalarda kontrollere kıyasla anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p<0.01). Alt grupların kontrol grubuyla analizinde aterosklerotik, kardiyoembolik, laküner, geçici iskemik atak ve hemorajik inme grubunun nötrofil/lenfosit oranları kontrollere göre anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.01). İnme subtipleri karşılaştırıldığında hemorajik inmeli grupta nötrofil/lenfosit oranı tüm iskemik inme alt gruplarından anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.01). Nötrofil/lenfosit oranı aterosklerotik ve embolik iskemik inmeli hastalarda hem laküner inmeli hastalardan hem de geçici iskemik ataklı hastalardan anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.01). Korelasyon analizleri Rankin skorlarıyla nötrofil/lenfosit oranı arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif korelasyonun varlığını ortaya koydu (p<0.001, r=0.237).
Sonuç: Nötrofil/lenfosit oranı sistemik inflamatuar statusu gösteren bir parametredir. İnmenin her tipinde artmış olması ve klinik özürlülük skorlarıyla korelasyonu, beyin hasarlarının azaltılmasında enflamasyonu azaltmaya ya da önlemeye yönelik tedbirlerin ve geliştirilecek stratejilerin önemini ortaya koymaktadır.
Purpose: Neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) is considered to be a parameter that reflects the negative consequences of both neutrophil elevation as a marker of acute inflammatory response and lymphocyte depression as a marker of physiological stress. The present study aims to investigate the changes of NLR in stroke sub-groups and their relation to the functional recovery.
Material and Methods: A total number of 418 subjects participated in the present research: 294 patients diagnosed with ischemic stroke, 35 patients experiencing a transient ischemic attack (TIA), 19 patients with hemorrhagic stroke and 70 control subjects. NLR of all subjects was calculated and their Rankin scores on discharge were recorded.
Findings: NLR was significantly elevated in stroke patients compared to the control subjects (p<0.01). When the sub-groups were compared to the control subjects, the findings indicated significantly higher NLR in all sub-groups (p<0.01). Comparisons between stroke sub-groups showed that the NLR in the sub-group with hemorrhagic stroke was significantly higher than the ratio recorded in the all ischemic stroke subgroup. NLR was also significantly higher in patients with atherosclerotic and embolic ischemic stroke, compared to patients with lacunar stroke or TIA (p<0.01). Correlation analysis demonstrated a statistically significant positive correlation between Rankin scores and NLR (p<0.001, r=0.237).
Conclusion: The findings suggest that NLR elevated in all types of stroke and its correlation with clinical disability scores underline the significance of the measures and future strategies with an aim to decrease or even to prevent inflammation to reduce brain damage.

REVIEW
14.Idiopathic anaphylaxis: Diagnosis and Treatment.
Öner Özdemir
doi: 10.5222/MMJ.2018.89847  Pages 326 - 335
Anafilaksi tipik olarak değişik semptomlarla deri, solunum, kardiyovasküler veya gastrointestinal gibi birden fazla sistemin tutulumuyla meydana gelen ve yaşamı tehdit edici bir hastalıktır. Anafilaksi genelde bilinen veya bilinmeyen bir alerjene temas sonrası aniden kendini gösterir. Bununla beraber bilinen bir tetikleyici, neden veya olay olmadan da meydana gelebilir ve bu iyi bilinen tipi idiopatik anafilaksi olarak adlandırılır. İdiopatik anafilaksi uygun bir alerjik değerlendirme sonucu ve provokatif tetikleyicinin dışlanmasıyla teşhis edilir. İdiopatik anafilaksi günümüzde çocuk ve erişkinlerde tanımlanmış ve artan oranda vakalar tüm dünyada görülmektedir. İdiopatik anafilaksi uygun tedavi rejimleriyle kontrol edilebilmesine rağmen, potansiyel olarak ölümcül, majör sağlık harcamasının bir kaynağını temsil eder, hasta ve ailede anksiyeteye neden olur. Kortikosteroide cevaplı bir hastalık olması hastalığın immünolojik bir patogenezi olabileceğini düşündürür. Profilaksi yönetiminde kullanılan tedavi rejimlerinin etkin olduğu gösterilmiştir. İdiopatik anafilaksi vakalarının literatürdeki derlenmiş verilerinde birkaç ölüm vakası bildirilmiştir.
Anaphylaxis is a life-threatening disorder that typically occurs as a result of involvement of a few systems (e.g. dermatologic, respiratory, cardiovascular or gastrointestinal) with different symptoms. It usually happens abruptly after contacting with a known or an unknown allergen. Anaphylaxis can, nevertheless, take place without any particular precipitant, reason or occasion, and this well-known type of disorder has been named as idiopathic anaphylaxis. The diagnosis of idiopathic anaphylaxis is made following an accurate allergic assessment and elimination of any offensive agent. Idiopathic anaphylaxis has been currently defined in children and adults, and growing reports of patients are being observed globally. Idiopathic anaphylaxis is potentially lethal; typifies an origin of main health care expenses, brings anxiety to the patient and family, although it is manageable by correct therapeutic maneuvers. Since it is a corticosteroid- responsive disorder, it may have an immunological pathogenesis. Certain therapeutic regimes have been proven to be helpful in prophylactic treatment of idiopathic anaphylaxis. In the gathered data of idiopathic anaphylaxis cases in the literature, there have been a few fatalities described.

CASE REPORTS
15.Approach for recurrent thyroid carcinoma with a clavicle osteotomy
Norhafiza Mat Lazim, Baharudin Abdullah, Wan Faisham Numan Wan Ismail
doi: 10.5222/MMJ.2018.01205  Pages 336 - 341
Papiller tiroid karsinomu (PTC) iyi bir prognoz taşır ve düşük nüks oranına sahiptir. Tekrarlayan hastalık esas olarak boyun ve uzak metastazları içerir. Nüks riskini azaltmak için, ilk ameliyat sırasında papiller tiroid karsinoması için profilaktik boyun diseksiyonunu kullanmak mevcut trenddir. Biz infraklaviküler alanlara uzanan seviye V boyun nodunda tekrarlayan papiller tiroid karsinoması olgusunu sunuyoruz. Daha geniş bir cerrahi erişim ve daha iyi bir onkolojik sınır elde etmek için bir klavikula osteotomisi yapıldı. Tekrarlayan boyun hastalığının çoğunluğu merkezi kompartmanda olur, bunu seviye III ve seviye IV boyun düğümleri izler. Boyun rekürrensinin tekrarlanması, özellikle tümör IJV'nin alt kısmında yer alırsa, düzey IV boyun düğümlerinde, şilöz sızıntı ve venöz kanama gibi önemli morbiditeleri beraberinde getirir. Klavikula osteotomisi daha iyi cerrahi erişim sağlar ve bu nedenle yukarıda belirtilen komplikasyonları önler. Bir klavikula bölünmesi, iyi bir tümörün boyun tabanında iyi bir onkolojik sınır ile tamamen çıkarılması için etkili bir yaklaşımdır.
Papillary thyroid carcinoma (PTC) carries a good prognosis and has a low recurrence rate. The recurrent disease mainly involves the neck and distant metastases. The current trend is to incorporate prophylactic neck dissection for papillary thyroid carcinoma during the very first surgery in order to reduce the risk of recurrence. We highlight a case of recurrent papillary thyroid carcinoma at level V neck node that extends to the infraclavicular spaces. A clavicle osteotomy was performed for a wider surgical access and to attain a better oncological margin. The majority of recurrent neck disease occurs at central compartment followed by the level III and level IV neck nodes. The reoperation of neck recurrence poses several significant morbidities such as chylous leaks and venous bleeding especially if the tumour is located at the inferior part of IJV, at the level IV neck nodes. The clavicle osteotomy provides better surgical access and thus avoids the aforementioned complications. A clavicle split is an effective approach for complete removal of a recurrent tumour at the base of the neck with good oncological margin.

16.Traumatic acute appendicitis: A case report
Banu Karapolat, Hatice Kucuk
doi: 10.5222/MMJ.2018.36048  Pages 342 - 345
Akut apandisit ve travma sıklıkla görülen cerrahi acillerdendir. Travmanın apandisite neden olup olmadığı uzun yıllardır tartışma konusu olmuştur.
36 yaşında erkek olgu sağ alt karın bölgesinde ağrı, kusma ve bağırsaklarının çalışmaması şikâyetleri ile başvurdu. Olgunun anamnezinde yaklaşık olarak 13–14 saat önce bisikletten düşerek batın sağ alt kadranını bisikletin gidonuna çarptığı öğrenildi. Fizik muayenede batın sağ alt kadranda palpasyonla hassasiyet, defans ve rebaund mevcuttu. Laboratuvar tetkiklerinde hemoglobin 12.6 g/dL ve lökosit 21.600/mm3 olarak belirlendi. Batın ultrasonografisinde apendiks çapı 10 mm olarak ölçüldü, apendiks mezenteri ve periapendisiyel yağ dokusu içerisinde yoğunluk artışı ve ödem tespit edildi. Abdominal tomografide ise apendiks çapı 11 mm idi. Olgu acil olarak operasyona alındı. Eksplorasyonda ödemli apendiksin kök, duvar ve mezosunda yoğun hematom görüldü. Olguda apendektomi işlemine hematomlu apendiks mezosunun rezeksiyonu da eklendi. Çıkarılan spesmenin patolojik incelemesi akut gangrenöz apandisit olarak raporlandı. Olgu 6 aylık takibin sonunda asemptomatiktir.
Nadir de olsa ciddi künt batın travmaları sonrasında akut apandisit gelişebilmektedir. Klinisyenler künt batın travmasını takiben özellikle sağ alt kadran ağrısı ve defans bulunan olgularda erken tanı ve sorunsuz bir postoperatif dönem için akut apandisitten mutlaka şüphelenmelidirler.
Acute appendicitis and trauma are commonly seen surgical emergencies. Whether or not the trauma is a cause of appendicitis has been subject to discussions for many years.
A 36-year-old male patient presented to our clinic complaining about pain in his right lower abdomen, vomiting and lack of bowel movement. His anamnesis revealed that he fell off a bicycle and had a stroke on his right lower abdominal quadrant from the handlebar of the bicycle approximately 13-14 hours ago. In physical examination, there were tenderness to palpation, guarding and rebound tenderness in right lower abdominal quadrant. Laboratory tests showed that hemoglobin was 12.6 g/dL and leukocyte 21.600/mm3. In abdominal ultrasound, the diameter of appendix was measured to be 10 mm and an increased density and edema were found in appendiceal mesentery and periappendiceal adipose tissue. Abdominal tomography showed that the diameter of appendix was 11 mm. The patient was urgently operated. During the exploration, intense hematoma was seen in the root, wall and mesentery of the edematous appendix. A resection of the mesoappendix with hematoma was included in appendectomy. After the pathological examination of the removed specimen, the case was reported to be an acute gangrenous appendicitis. The patient was asymptomatic after his 6-month follow-up.
Although rarely, acute appendicitis may be develop after a serious blunt abdominal trauma. Clinicians should absolutely suspect acute appendicitis especially in cases with right lower quadrant pain and tenderness following a blunt abdominal trauma for early management and an uneventful postoperative course.

17.Two newborn case reports diagnosed as Walker Warburg Syndrome
Selma Aktaş, Tuba Leman Karakurt, Kürşad Aydın, Esra Önal
doi: 10.5222/MMJ.2018.45556  Pages 346 - 351
Walker-Warburg Sendromu (WWS) otozomal resesif (OR) geçiş gösteren, retinal ve serebral anomaliler ile karakterize bir konjenital muskuler distrofidir. Bu makalede öyküde akraba evliliği olan hipotoni, makrosefali, tipik MR bulguları ve yüksek kreatinin kinaz düzeyi ile WWS tanısı koyduğumuz iki olgu sunulacaktır. Bu olguların sunulmasındaki amaç WWS için karakteristik ve diagnostik olan MR bulgularını vurgulamak, nadir görülen bu sendrom için pediatristlerin yanı sıra radyologların da dikkatini çekmek, OR geçiş göstermesi nedeniyle aileye verilecek danışmanlığın önemini vurgulamaktır.
Walker-Warburg Syndrome (WWS) is inherited in an autosomal recessive pattern, is characterized by eye and cerebral anomalies and high creatinine phosphokinase levels. In this report two cases who had history ofconsanguineous marriage diagnosed as WWS according to findings of hypotonia, typical MR images and high creatinine phosphokinase levels, were presented. The aim of presenting these cases was to emphasize the characteristic and diagnostic MR findings for WWS, to take attention of radiologists and pediatricians to this rarely seen syndrome and to emphasize the genetic counseling of families due to autosomal recessive inheritance.

18.A rare cause of chest pain in childhood: Atrial myxoma
Yasemin Mocan Çağlar, Aslı Nur Ören, Yusuf İzzet Ayhan, Öykü Tosun
doi: 10.5222/MMJ.2018.54037  Pages 352 - 354
Atriyal miksoma pediatrik yaş grubunda sıklığı yaşla en çok artan benign kalp tümörüdür. Hastaların çoğunda klinik triad; sistemik embolizasyon, atriyoventriküler kapak obstrüksiyonu, sistemik hastalık bulguları şeklindedir. Erken tanı alması yaşamsal öneme sahiptir. Bu yazıda çabuk yorulma, göğüs ağrısı ve çarpıntı şikayeti ile pediyatri polikliniğine başvuran ve sol atriyal miksoma tanısı alan bir olgu sunulmuştur.
Atrial myxoma is the most common benign heart tumor increasing with age in the pediatrics. Clinical triad in the majority of patients; systemic embolization, atrioventricular valve obstruction, systemic disease findings. Early diagnosis is very important. In this article, we report a patient who was referred to our clinic with fatigue, chest pain and palpitation and was diagnosed with left atrial myxoma.

LETTERS TO THE EDITOR
19.Animal-type melanoma: an unusual variant of human melanoma with prominent pigment synthesis and unpredictable course
Luca Roncati, Francesco Piscioli
doi: 10.5222/MMJ.2018.45452  Pages 355 - 356
Abstract | Full Text PDF




 

  © 2024 MEDJ