Home | Contact
     ISSN 2149-2042
     e-ISSN 2149-4606
 
 
 
Volume : 39 Issue : 1 Year : 2024



Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print




Index























Membership




Applications


 
Medeniyet Med J: 27 (4)
Volume: 27  Issue: 4 - 2012
Hide Abstracts | << Back
CLINICAL RESEARCH
1.Evaluation of bronchoscopic applications in a secondary care center
Özlem Soğukpınar, Ekrem Güler, Gamze Güler, Şükrü Öksüz, Adnan Yılmaz
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.141  Pages 141 - 146
GİRİŞ ve AMAÇ: İkinci basamak devlet hastanesinde bronkoskopik işlemlerin uygulanış koşullarını ve sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haziran 2010-Haziran 2012 tarihleri arasında poliklinik ve konsültasyonlar sırasında bronkoskopi endikasyonu konularak yapılan 30 bronkoskopik işlem retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışmaya alınan olguların demografik özellikleri, radyolojik bulguları, bronkoskopi yapılan yer, işlem nedeni, bronkoskopik bulguları, tanı ve işlem komplikasyonları değerlendirildi.
BULGULAR: 25’i erkek, 5’i kadın 30 olguya yapılan bronkoskopik işlem çalışmaya alındı. Ortalama yaş 50.1 idi (20-81). Yapılan bronkoskopik işlemlerin % 66.7’si tanısal, % 33.3’ü tanısal ve tedavi amaçlıydı. Olguların % 63.3’üne (n: 19) işlem ameliyat odasında, % 33.3’üne (n: 9) yoğun bakımda, % 3.4’üne (n: 1) yatak başında yapılmıştır. İşlem öncesi bronkoskopi kararı verirken % 50’sinde (n: 15) malignite kuşkusu, % 33.3’ünde (n: 9) hipoksemi, % 6.6’sında (n: 2) hemoptizi, % 6.65’sında (n: 2) tüberküloz şüphesi, % 3.4’ünde (n: 1) kronik öksürük vardı. İşlem öncesi olguların radyolojik bulgularında % 46.7’sinde atelektazi (n: 14), % 16.7’sinde konsolidasyon (n: 5), % 13.3’ünde peribronşial kalınlaşma (n: 4), % 6.65’inde kitle (n: 2), % 3.4’ünde kavite (n: 1), % 3.4’ünde plörezi (n: 1) vardı, % 10’unda ise radyolojik patolojik bulguya rastlanmadı (n: 3). Olguların bronkoskopik tanıları; Pnömoni (n: 12, % 40), Akciğer malignitesi (n: 5, % 16.6), sekel fibrozis ve antrakoz (n: 5, % 16.6), tüberküloz (n: 4, % 13.4), endobronşial mantar (n: 1, % 3.4), endobronşial endometriozis (n: 1, % 3.4), dinamik hava yolu kollapsı (n: 1, % 3.4), vokal kord paralizisi (n: 1, % 3.4) olarak saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda, deneyim ve daha fazla çaba ile bronkoskopinin ikinci basamak devlet hastanesinde kısıtlı olanaklarla uygulanabildiği ve yarar sağladığı sonucuna varıldı.
INTRODUCTION: The objective of this study was to evaluate the circumstances and results of bronchoscopy practice in a secondary care public hospital.
METHODS: We retrospectively reviewed 30 bronchoscopic procedures that found indication during outpatient practice as well as inhospital consultations and performed within the two year period between June 2010, and June 2012. The demographic properties and radiologic findings of the subjects enrolled, circumstances where the procedure was performed, indications for the procedures, bronchoscopic findings, the final diagnosis and complications attributed to the bronchoscopic procedure were evaluated.
RESULTS: The median age of the study patients (25 males, 5 females) was 50.13 [20-81] years; 66.7 % of bronchoscopic procedures were diagnostic and 33.3 % (n: 19) of them were both diagnostic and therapeutic. The procedure was performed in the operating room in 66.3 % (n: 9), in intensive care unit in 33.3 %, and in bedside in 3.4 % (n: 1) of the cases. The indications for bronchoscopy were established as follows; suspicion of malignancy (50 %, n: 15), hypoxia (33.3 %, n: 9), hemoptysis (6.6 %, n: 2), suspicion of tuberculosis (6.6 %, n: 2), and chronic cough (3.4 %, n: 1). During preprocedural evaluation of the patients as radiologic findings atelectasis (n: 14; 46.7 %), consolidation (n: 5; 16.7 %), peribronchial thickening (n: 4; 13.3 %), a mass (n: 2; 6.6 %), a cavity (n: 1; 3.4 %) and pleurisy (3.4 %) were detected; whereas 10 % of the patients did not have any typical radiologic manifestations. The bronchoscopic diagnosis of cases were; pneumonia (40 %, n: 12), malignancy (16.6 %, n: 5), sequelar fibrosis and anthracosis (16.6 %, n: 5), tuberculosis (13.4 %, n: 4), endobronchial mycosis (3.4 %, n: 1), endobronchial endometriosis (3.4 %, n: 1), dynamic airway collapse (3.4 %, n: 1) and vocal cord paralysis (3.4 %, n: 1).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study we concluded that bronchoscopy could be implemented in a secondary care public hospital dispite limiting circumstences with some extra effort and additionally this practice is useful if performed by experienced clinicians.

2.Different alternatives of reconstruction for complicated tissue defects localized on proximal femur
Gökhan Temiz, Mehmet Ersin Gönüllü, Gaye Taylan Filinte, Cüneyt Özek, Yiğit Tiftikçioğlu, Mustafa Karaca
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.147  Pages 147 - 152
Uyluğun proksimal bölgesinde yerleşen kompleks yumuşak doku defektlerinin onarımı plastik cerrahlar için halen çeşitli sorunlar göstermektedir. İnguinal bölgedeki yaraların iyileşmesi cilt kalınlığının az ve vaskülarizasyonunun nispeten yetersiz olması nedeniyle kimi zaman sorun oluşturmaktadır (1). Bu bölgedeki primer onarımlar sonrasında yara infeksiyonu ve dehisansı sıklıkla ortaya çıkmaktadır (2). Tüm bu durumlar göz önüne alındığında inguinal bölgedeki doku defektlerinin rekonstrüksiyonunda kan dolaşımının daha iyi olduğu pediküllü veya serbest fleplerin kullanım gereksinimi ortaya çıkmaktadır (3). Bu makalede inguinal bölge doku defektlerinde uygulanabilecek farklı rekonstrüksiyon seçenekleri tartışılmıştır.
Repair of complex inguinal region defects still creates problems for plastic surgeons. Healing of groin wounds sometimes poses difficulties because of insufficient thickness and poor vascularity of the skin (1). After primary recontruction, wound infection and dehisence frequently occur (2). For the reconstruction of inguinal region it appears to be necessary to use pediculated or free flaps that are better vascularized, when all these situations have been considered (3). In these reports we discussed different reconstructive alternatives of the inguinal region tissue defects.

3.The impact of arthroscopy performed with high tibial osteotomy on knee functions
Hakan Serhat Yanık, Atilla Polat, Mehmet Kerem Canbora, Şevki Erdem
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.153  Pages 153 - 156
GİRİŞ ve AMAÇ: Varus gonartrozu bulunan ve yüksek tibial osteotomi (YTO) ameliyatı yapılan hastalarda dize aynı anda artroskopik debridman uygulamasının, daha sonra diz fonksiyonlarına etkisi olup olmadığını araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Varus gonartrozu bulunan yaşları 48-64 arasında olan 23 hastanın 29 dizine YTO ameliyatı uygulandı. Yirmi dokuz dizin 18’ine YTO ile aynı seansta artroskopik debridman uygulandı, 11’ine yalnızca YTO uygulandı. Ameliyat sonrası hastaların diz fonksiyonları The Hospital for Special Surgery (HSS) diz skoru, Knee outcome survey activities of daily livind scale (ADLS) ve Oxford diz skoruna (ODS) göre 3 ayrı fonksiyonel ölçüm kriterleri kullanıldı. Ameliyat öncesi ve sonrası skorlar değerlendirildi ve istatiksel analizleri yapıldı.
BULGULAR: YTO ile birlikte artroskopi yapılan dizlerde HSS skorları ameliyat sonrasında, artroskopi yapılmayanlara göre anlamlı derecede düzelirken, ADLS ve ODS’ları ameliyat sonrası, öncesine göre artroskopi yapılanlarda ve yapılmayanlarda anlamlı derecede düzelmişti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: YTO ile birlikte artroskopik debridman yapılması genç hastalarda yararlı bir işlemdir.
INTRODUCTION: We investigated whether the effect of knee function with varus gonarthrosis of simultaneous arthroscopic debridment that high tibial osteotomy was applied in patients.
METHODS: HTO surgery was applied on 29 knees of 23 patients (aged 48-64 years) with varus gonarthrosis. On 18 of 29 knees simultaneous arthroscopic debridement was applied, on other 11 knees only HTO was applied. Knee functions of patients were examined postoperatively according to three different scale scores defined by The Hospital for Special Surgery (HSS) knee sacle, Knee outcome survey activities of daily living scale (ADLS), and Oxford Knee Scale (OKS). Scores obtained during the preoperative and postoperative periods were evaluated, and statistical analysis was performed.
RESULTS: As a result, HSS scores of knees which were exposed to HTO combined with arthroscopy were significantly improved during the postoperative period relative to the preoperative period when compared with those managed by only arthroscopy. ADLS and OKS scores were improved in patients treated with or without arthroscopy
DISCUSSION AND CONCLUSION: Arthroscopic debridment with YTO is useful in young patients.

4.The change of vaginal flora under antibiotic prophylaxis after hysterectomy and radical operations
Ayşe Yiğit, Selim Afşar, Fatih Adanacıoğlu, Kadir Güzin, Necdet Süer
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.157  Pages 157 - 160
GİRİŞ ve AMAÇ: Vajinal ekosistem dengesi bozulduğu zaman, bakteriyel vajinozda olduğu gibi, postoperatif infeksiyon riskinde belirgin derecede artış görülmektedir. Bu çalışmada histerektomi ve radikal operasyon sonrası antibiyotik profilaksisinin vajinal flora üzerine etkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada 2011 Mart-2011 Eylül arası İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği'nde çeşitli endikasyonlarla histerektomi olan 64 hastayı retrospektif araştırma kapsamında inceledik. Bütün hastalara cerrahi öncesi antibiyotik profilaksisi ve % 10’luk povidon iyot ile vajinal duş uygulanmıştı. Bütün hastalardan eksterne edilmeden önce vajinal kültür alınmıştı.
BULGULAR: En çok kolonize olan bakteri 31 hastadan izole edilen E.coli idi ve sekiz tanesi b-laktamaz yapan E.coli suşuydu.Yalnızca iki hastada yara infeksiyonu vardı. Yara yeri ve vajinal kültürden b-laktamaz üreten E.coli izole edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada antibiyotik profilaksisine rağmen, infeksiyon kontrolünün fizik muayene ve laboratuvar testleri ile kontrol edilmesi gerektiği sonucuna vardık.
INTRODUCTION: When the vaginal ecosystem becomes unbalanced, as in the case of bacterial vaginosis, the risk of postoperative infection increases noticeably. In this study, we aimed to investigate the change of vaginal flora under antibiotic prophylaxis after hysterectomy and radical operations.
METHODS: In this study, sixty-four patients who had undergone hysterectomy for a variety of indications between 2011 March and 2011 September in gynecology clinics of Istanbul Medeniyet University Goztepe Research and Training Hospital Department of Obstetrics and Gynecology were evaluated retrospectively. All patients had been treated with vaginal douche with % 10 povidone iodine and antibiotic prophylaxis before surgery. We obtained samples for culture from vaginal stump with cotton swab before all patients were discharged. Samples were sent to bacteriology laboratory of our hospital.
RESULTS: The most common colonized bacteria in 31 cultures was E.coli and eight strains were extended spectrum beta lactamase producing E.coli. Only two patients had wound infections and from vaginal and wound cultures of these patients, beta lactamase producing E.coli was colonized.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, we emphasize the fact that in all cases, infection control should be done in consideration of postoperative physical examination and bacteriological laboratory tests, despite preoperative antibiotic prophylaxis.

5.Outcomes of open reduction, and internal fixation in femoral neck fractures in young adults
Ahmet Özgür Yıldırım, Sualp Turan, Özdamar Fuad Öken, Mehmet Asiltürk, Murat Gülçek, Ahmet Uçaner
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.161  Pages 161 - 166
GİRİŞ ve AMAÇ: Genç erişkinlerdeki femur boyun kırıkları ortopedi ve travmatolojinin gerçek acillerinden biridir. Femur başının avasküler nekrozu nedeniyle yaralanmadan sonra erken kırık redüksiyonu ve stabil fiksasyon yapılmasının gerekli olduğu düşünülmektedir. 1997-2010 yılları arasında tedavi edilen genç erişkin femur boyun kırıklarının sonuçlarını retrospektif olarak analiz ettik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1997-2010 yılları arasında 88 genç erişkin hasta femur boyun kırığı nedeniyle açık redüksiyon ve internal fiksasyonla tedavi edildi. Takipleri yapılan 77 hasta çalışma kapsamına alındı. Hastaların 52 (% 67.5)’si erkek ve 25 (% 32.5)’i kadındı. Hastaların fonksiyonel sonuçları Harris Kalça Skorlama sistemi ve SF 36 skorlama sistemi ile değerlendirildi.
BULGULAR: Ortalama takip süresi 77.1 (24-175) aydı. Kırıkların Garden Sınıflamasına göre dağılımı 2 (% 2.5) tip 1, 14 (% 18.2) tip 2, 37 (% 48.1) tip 3 ve 24 (% 31.2) tip 4 şeklindeydi. Altı (% 7.8) hastada kaynamama görüldü. Avasküler nekroz 13 (% 16.9) hastada gelişti. Ortalama ameliyata kadar geçen süre 41.2±74.79 (4-480) saatti. Harris kalça skorlarına göre 52 (% 67.6) hastada mükemmel, 12 (% 15.6) iyi, 8 (% 10.3) orta ve 5 (% 6.5) kötü sonuç elde edildi. Kaynama oranlarıyla ameliyata kadar geçen süre korelasyonu istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.05)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Genç erişkinlerdeki femur boyun kırıklarında açık redüksiyon ve kanüllü vida ile internal tespiti günümüzde hâlâ en iyi seçenektir. Erken cerrahi, komplikasyonları özellikle kaynamama oranlarını azaltmada önemlidir.
INTRODUCTION: Femoral neck fractures in young adults are real emergencies in orthopaedics. It is thought that the reduction and stable fixation have to be done immediately after the injury because of the development of avascular necrosis of the femoral neck. We retrospectively evaluated the results of the young adult patients who had been operated because of femoral neck fractures in our clinic between 1997-2010.
METHODS: Eighty-eight young adult patients had been treated with open reduction and internal fixation in our clinics. because of femur neck fracture between 1997-2010. Seventy- seven patients who were followed up included in our study. There were 52 (67.5 %) male, and 25 (32.5 %) female patients in our group. Functional outcomes were measured using Harris Hip Score and SF36 scoring system. Avascular necrosis was determined using Ficat and Arlet criteria.
RESULTS: Mean follow-up period was 77. 1 months (24-175). Distribution of fractures according to Garden Classification was as follows: Types 1 (n=2; 2.5 %), 2 (n=14; 18.2 %), 3 (n=37; 48.1 %), and 4 (n=24; 31,2 %) Nonunion was observed in 6 (7.8 %), and avascular necrosis in 13 (16.9 %) patients. The mean time from injury to surgery was 41.2±74.79 (4-480) hours. The outcome according to Harris Hip Score was excellent in 52 (67.6 %), good in 12 (15.6 %), fair in 8 (10.3 %) and poor in 5 (6.5 %) patients The correlation between the union rate and time from injury to surgery was statistically significant (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Open reduction and internal fixation with cannulated screws in the treatment of femoral neck fractures is still the best choice in young adults. Early surgery is important to decrease complications especially nonunion rates.

6.Do sleep quality and depression effect functional status in hemiplegic patients?
Raife Şirin Atlığ, Afitap İçağasıoğlu, Yasemin Yumuşakhuylu, Selin Turan Turgut, Esra Selimoğlu
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.167  Pages 167 - 173
GİRİŞ ve AMAÇ: Son 3 yıl içinde serebrovasküler olay (SVO) geçiren hemipleji sekelli hastalarda fonksiyonel durumu ile, uyku kalitesi ve depresyon arasındaki ilişkinin incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya yaşları 38-85 arasında olan 42 hemiplejik hasta alındı. Hastalar muayene edilerek her bir ekstremitenin Modifiye Ashworth Skalasına göre spastisitesi ve üst ve alt ekstremite ve el Brunstromme değerleri kaydedildi. Hastaların fonksiyonel durumları Fonksiyonel Bağımsızlık Ölçütü (FBÖ) ile, uyku kaliteleri Pittsburgh Uyku Kalitesi indeksi (PUKİ) ile, duygu durumları ise Beck Depresyon Ölçeği ile değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 64,9±11,6 olarak hesaplandı. Çalışmaya alınan hastaların 20’si (% 47,6) erkek 22’si (% 52,4) kadındı. Ortalama hemipleji süreleri 6,9±8,5 ay olarak hesaplandı. Hastaların 40'ı (% 95,2) iskemik, 2'si (% 4,8) hemorajik SVO geçirmiş. Hastaların üst ekstremite Brunstromme ortalamaları 2,43±1,55, alt ekstremite Brunstromme ortalamaları 3,45±1,78, el Brunstromme ortalamaları 2,09±1,57 idi. Spastisiteleri Modifiye Ashworth Skalasına göre üst ve alt ekstremitede global olarak değerlendirildiğinde, üst ekstremite spastisite ortalamaları 1,21±1,16, alt ekstremite spastisite ortalamaları 0,79±1,12 olarak bulundu. Hastaların FBÖ puan ortalamaları 72,90±29,40, Pittsburgh Uyku Kalitesi İndeksi puan ortalamaları 8,48±4,80, Beck Depresyon Ölçeği puan ortalamaları 15,19±9,12 olarak hesaplandı. FBÖ puanları ile PUKİ puanları ve Beck Depresyon Skalası puanları arasında istatistiksel anlamlı ilişki saptandı (sırasıyla, p=0.03, p<0.005). Beck Depresyon Skalası puanları ile PUKİ puanları arasında da istatistiksel anlamlı ilişki saptandı (p<0.005).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemiplejili hastalarda uyku kalitesinin bozulması ve depresyonun fonksiyonel durumu negatif yönde etkilediğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: The aim of this study is to analyse the relation between functional status, sleep quality and depression in hemiplegic patients who had experienced serebrovascular disease (SVD) in last three years.
METHODS: 38-85 year-old 42 patients were included in the study. All of the patients were examined and scores of each extremity’s spasticity according to Modified Ashworth Scale (MAS) and upper and lower limb and hand Brunstromme scores were noted. Patient’s functional status was assessed with Functional Independence Measure (FIM), sleep qualities with Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) and moods with Beck Depression Scale, respectively.
RESULTS: The average age was 64.9±11.6 years. Twenty patients (% 47,6) were male, and 22 of them (% 52,4) were female. Mean duration of hemiplegia in patients was 6,9±8,5 months. 40 patients (% 95,2) had ischemic SVD, 2 of them hemorrhagic SVD. The patient’s mean upper, lower limb, and hand Brunstromme scores were 2.43±1.55, and 3.45±1.78, and 2.09±1.57, respectively. MAS mean upper, and lower limb global spasticity scores of the patients were 1.21±1.16, and 0.79±1.12, respectively. Mean FIM, PSQI, and Beck Depression Scale scores were 72.90±29.40, 8.48±4.80 and 15.19±9.12, respectively. There was statistically significant relation between FIM and PSQI scores (p=0.03), FIM and Beck depression scale scores (p<0.005). Also there was statistically significant relation between Beck depression scale scores and PSQI scores (p<0,005).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We suppose that poor sleep quality and depression effect functional status negatively in hemiplegic patients.

7.Effect of magnesium sulphate infusion on blood rheology during gynecologic oncology surgery
Ferah Alay Ünay, Hülya Erolçay
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.174  Pages 174 - 181
GİRİŞ ve AMAÇ: Jinekolojik kanser ameliyatlarında ameliyat sırası ve sonrasında analjezi sağlanmasında adjuvan ajan olarak kullanılan magnezyum sülfatın kan reolojisi üzerine etkilerinin araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif, rasgele, tek kör olarak planlanan çalışmaya jinekolojik kanser ameliyatı olacak 31 hasta dâhil edildi. Magnezyum sülfat (Mg) grubuna anestezi indüksiyonundan 30 dk. önce 30 mg/kg % 15’lik magnezyum sülfat 5 dk. içinde IV infüzyon olarak uygulandı. Kontrol grubuna benzer volümde ve hızda % 0.9 sodyum klorür verildi. Magnezyum uygulamasından önce, 90. dk. ve 24. saatte alınan kan örneklerinde kan vizkozitesi, plazma vizkozitesi, eritrosit deformabilitesi, Mg, Na, K, Ca, total protein, albümin, fibrinojen ve hematokrit ölçümleri yapıldı.
BULGULAR: Gruplar arası karşılaştırmada benzer ölçüm zamanlarında düşük, orta ve yüksek kayma hızındaki kan vizkozitesi değerleri ve % 45 hematokrit düzeyine standardize edilmiş kan vizkozitesi değerleri, eritrosit deformabilitesi değerleri, 90. dk. ve 24. saatteki plazma vizkozitesi değerleri arasında istatistiki olarak anlamlı fark saptanmadı (p<0.05). Gruplar arası karşılaştırmada başlangıç plazma vizkozitesi değeri Mg grubunda anlamlı derecede yüksek saptandı (p<0.05). Gruplar arası karşılaştırmada 90. dk. ve 24. saatteki Mg değerleri arasında istatistiki olarak anlamlı fark saptandı (p<0.0001). Gruplar arası karşılaştırmada benzer ölçüm zamanlarında total protein,albümin, fibrinojen, hematokrit değerleri arasında istatistiki olarak anlamlı fark saptanmadı (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bulgularımız jinekolojik kanser ameliyatlarında ameliyat sırası ve sonrasında ağrı tedavisinde ameliyat sırası ve sonrasında adjuvan ajan olarak kullanılan magnezyum sülfatın uygulanan dozda kan vizkozitesi, plazma vizkozitesi, eritrosit deformabilitesi değerleri üzerine etkisi olmadığını yönündedir.
INTRODUCTION: This study tested magnesium sulphate infusion to improve blood rheology during and after gynecologic oncology surgery.
METHODS: In a randomized, single blinded study, patients were assigned to two groups. The magnesium group received an inital dose of 30 mg/kg followed by 10 mg/kg/h over 20h. The control group received placebo. Blood samples were obtained before magnesium administration, 90 minutes and 24 hours following initial magnesium administration. Blood viscosity, plasma viscosity, red blood cell deformability, Mg, total protein, albumin, fibrinogen and Htc were investigated.
RESULTS: There were no significant differences between two groups in blood viscosity, plasma viscosity, and red blood cell deformability. Blood viscosity levels decreased in both groups. Plasma viscosity levels unchanged in both groups. Red blood cell deformability decreased in both groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: IV administration of Mg sulphate in conventional dosage had no effect on blood viscosity, plasma viscosity, red blood cell deformability.

CASE REPORTS
8.Adnexal torsion in a first-trimester pregnant patient without any predisposing factor: A case report
Erhan Karaalp, Neşe Yücel, Fuat Demirci, Esra Aydın, Birgül Karakoç
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.182  Pages 182 - 184
Adneksiyel torsiyon gebelik boyunca yaygın olmayan bir durumdur. Torsiyon, genellikle daha önce tanı almış kisti veya tümörü olan overlerde görülür. İlerleyen gebelikle beraber, daha önceden normal olan bir overin torsiyone olması çok enderdir. Burada, biz herhangi bir predispozan faktörü olmayan 9 haftalık bir gebelikte adneksiyel torsiyon olgusunu sunduk. Hasta acil bölümüne hafif karın ağrısı ve kusma ile başvurdu. Kötüleşen klinik ve ultrasonografik belirtiler ile beraber hastaya sağ salpingo-ooferektomi uygulandı. Gebe hasta, operasyonun ardından sıvı ve uygun ilaç destekleri ile tedavi edildi ve gebeliğin devam etmesi sağlandı. Bilindiği üzere ender olan adneksiyel torsiyon, alt karın ağrısı olan gebeliklerde ayırıcı tanıda akılda tutulmalıdır.
Adnexal torsion is an uncommon case during pregnancy. Torsion usually occurs in ovaries with previously diagnosed cysts or tumors. It is rare for a previously normal ovary to undergo torsion in advanced gestation. Here, we report a case of adnexal torsion during the 9th week of pregnancy without any predisposing factors. The patient was admitted to emergency department with mild lower abdominal pain and nausea. With the worsening of clinical and ultrasonographic signs, a right salpingo-ovariectomy was performed. After surgery, the pregnant patient was treated with fluid and appropriate drug supplementations and continuation of the pregnancy was achieved. Adnexal torsion, though rare, should be kept in mind in the differential diagnosis of lower abdominal pain in advanced gestation.

9.Rapid treatment with electroconvulsive therapy in a patient with mental retardation who developed neuroleptic malignant syndrome
Hüseyin Bayazıt, İ. Fatih Karababa, Emine Poyraz
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.185  Pages 185 - 187
Nöroleptik malign sendrom (NMS) hayati tehlike oluşturan idiyosinkratik, istenmeyen bir etki olup, dopamin blokajı yapan antipsikotik ilaç kullanımı sonrası ortaya çıkmaktadır. Yüksek doz, ilk kez ve özellikle kas içi nöroleptik kullanan mental retardasyonlu hastalar NMS gelişimi için daha yüksek risk altındadır. Bu olgu sunumunda mental retardasyonu olan bir erkek hastada, flufenazin dekanoat uygulanması sonrası gelişen NMS, klinik seyri ve elektrokonvulsif tedavi (EKT) olumlu yanıtı incelenmiştir.
Neuroleptic malignant syndrome (NMS) is a life-threatening idiosyncratic adverse reaction which occurs after use of antipsychotic drugs that block dopamine. Patients with mental retardation are at high risk for the development of NMS especially at high dose, first time, and intramuscular usage of neuroleptic medication. In this case report, the clinical course and positive response to ECT of a male patient with mental retardation who developed NMS, after implementation of the fluphenazine decanoate was examined.

10.Hearing loss as the first sign in non-Hodgkin lymphoma
Gül Özbilen Acar, Deniz Tuna Edizer, Özgün Enver
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.188  Pages 188 - 192
Ani işitme kaybı, yılda yaklaşık olarak 100000 hastanın 5-20’sinde görülen ve olguların çoğunda unilateral olarak ortaya çıkan ender bir klinik tablodur. Non-Hodgkin lenfoma ani işitme kaybının etiyolojik faktörlerinden biri olmasına rağmen, bu hastalık non-Hodgkin lenfomada ender olarak ilk semptomlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu makalede; ilk bulgu olarak bilateral ani işitme kaybı ile prezante olan bir non-Hodgkin lenfoma olgusu sunulmuştur ve özellikle bu durumla ilişkili etyopatogenetik faktörler vurgulanmıştır. Ayrıca bu hastalığın klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleriyle birlikte günümüzde uygulanan güncel tedavi modaliteleri tartışılmıştır.
Sudden hearing loss is a rare clinical entity which has an approximate incidence of 5-20: 100000 per year, and manifests as unilaterally in most of the cases. Although non-Hodgkin lymphoma is considered as one of the etiologic factors for sudden hearing loss, it is rare to encounter sudden hearing loss as the first presenting symptom of non-Hodgkin lymphoma.
In this article, we present a case of non-Hodgkin lymphoma which presented with bilateral sudden hearing loss as the first sign, and especially highlight the factors of etiopathogenetic factors related to this condition. Additionally, clinic, radiological, and histopathological characteristics of the disease with current treatment modalities are discussed.

11.As a rare cause of recurrent facial nerve palsy: Melkersson Rosenthal syndrome
Sema Saltık, Elif Yüksel Karatoprak, Ali Furkan Çetin
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.193  Pages 193 - 196
Melkersson Rosenthal sendromu yineleyen periferik fasiyal paralizi, orofasiyal ödem ve fissürlü dil triadı ile karakterize granülomatöz bir hastalıktır. Klasik triadın görülmesi çok enderdir ve genellikle mono-oligosemptomatik tutulum izlenir. Altı ay ara ile önce sağ sonra sol periferik fasiyal paralizi gelişen ve Melkersson Rosenthal sendromu tanısı alan 10 yaşındaki kız olgu, yineleyen fasiyal paralizilerin ayırıcı tanısında MRS’ nin düşünülmesi gerektiğini vurgulanmak amacıyla sunuldu.
Melkersson-Rosenthal Syndrome is a granulomatous disease characterized by recurrent facial nerve paralysis, orofacial edema and fissured tongue. Observation of the classical triad is very rare and usually mono-oligosymptomatic involvement is observed. A ten year-old female patient admitted first with left peripheral facial paralysis and six months later with right peripheral facial paralysis and diagnosed with Melkersson Rosenthal syndrome was presented in order to emphasize that Melkersson-Rosenthal Syndrome must be considered in the differential diagnosis of recurrent facial paralysis.

12.Restoration of function on bilateral absence of extensor pollicis longus and brevis: A case report
Deran Oskay, Çiğdem Ayhan, Tüzün Fırat, Çiğdem Öksüz, Nuray Kırdı, Bülent Elbasan, Zeynep Tuna
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2012.197  Pages 197 - 200
Başparmak hipoplazisi ve radial displazi sıklıkla el terapisine yönlendirilen konjenital sorunlardandır. Ancak, literatüre bakıldığında başparmak ekstansör kaslarının bilateral konjenital yokluğuna ve bu durumun rehabilitasyonuna dair çalışmaların eksik olduğu göze çarpmaktadır. Bu olgu sunumunun amacı; bilateral konjenital ekstansör pollicis longus ve brevis yokluğu olan bir çocukta başparmak ekstansiyonunun restorasyonu ile ilgili literatüre katkıda bulunmaktadır. Beş yaşında bir kız çocuğu olan olgumuzun başparmak ekstansiyonu olmadığı ailesi tarafından fark edilmiştir. Bir ortopedist tarafından bilateral konjenital başparmak ekstansörlerinin yokluğu tespit edilmiş ve diğer sistemik sorunlar ekarte etmek üzere gerekli tetkikler yapılmıştır. Hastamız cerrahiden sonra 6 hafta boyunca 20° bilek ekstansiyonu ve tam başparmak ekstansiyon ve abduksiyonu sağlayan önkol splinti içerisinde immobilize edilmiştir. Erken dinamik hareket protokolüne göre 8. haftaya kadar pasif ve aktif-asistif egzersizler yapılmış, bu haftadan itibaren dirençli egzersizlere geçilmiştir. Yine 8. haftadan itibaren giderek artan dirençle iş-uğraşı tedavisine geçilirken, 4. aydan itibaren hasta günlük yaşamda elini kullanmada tamamen serbest bırakılmıştır. Cerrahi sonrası 6., 8. ve 12. haftalarda yapılan değerlendirmelerde başparmakların eklem hareket açıklığı, kavrama ve çimdikleyici kuvvetlerinde belirgin iyileşme olduğu görülmüş; bu sonuçlar elin fonksiyonel seviyesine de olumlu yönde yansımıştır. Hastamızda okul çağından önce başparmak ekstansiyonunun cerrahi ve el rehabilitasyonu ile restore edilmesi el fonksiyonu ve yaşam kalitesini optimal seviyeye çıkarmıştır.
Thumb hypoplasia and radial dysplasia are two of the most common hand therapy requiring conditions among the congenital problems. However, any cases with congenital agenesis of bilateral thumb extensors, and their related rehabilitatitive therapy were not reported in the literature. The aim of this case report is to make the first contribution to the restoration of thumb extension function in a child with congenital absence of bilateral extensor pollicis longus (EPL) and extensor pollicis brevis (EPB) The case was a 5-year old girl and her family noticed that she had no thumb extension. Results of the tests performed to eliminate the other systemic problems were all in normal ranges. The patient underwent immobilization in a forearm cast with 20° wrist extension and full thumb extension and abduction for 6 weeks. During this period, early dynamic motion protocol was applied by a wire-rubber system splint. After removal of the splint, therapeutic ultrasound was applied and passive and active- assisted exercises gradually proceeded to resistive exercises through the 8th week. By the 8th week, occupational therapy with gradually increasing resistance was initiated while the patient was permitted to use both hands in daily activities after 4th month. Assessments on the post-operative 6th, 8th and 12th weeks revealed significant improvements in range of motion in the thumbs, grip and pinching strengths and hand functional level. Restoration of thumb extension with surgery and hand rehabilitation before school age provided optimal hand function and quality of life of this child.




 

  © 2024 MEDJ